Eski Masaüstü Görünüm

Samiri’nin Buzağısı


Euzübillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim,

"Rabbimizin lutfuyla sahip olduğumuz Kur'an-ı Kerim, ayetleri ile bizleri şaşırtacak ve hayrete düşürecek bir yüceliğe ve anlam derinliğine sahip bir Kitab'dır." Mehmed ALAGAŞ

Alîm ve Hakîm Rabbimizin mucizevi Kitabı 'Kur'an-ı Kerim' ile mübarek kılınan Ramazan ayına -İnşallah- bir kez daha erişebilecek tüm kardeşlerimize selam olsun. Başta ALAGAŞ hocamız olmak üzere Rabbisine kavuşan tüm müminlere rahmet olsun..

Değerli kardeşlerimiz,

Yüce Kitabımızda lafzen anlaşılabilmiş olmasına rağmen, derin manâları ve hikmetleri yeterince anlaşılamamış birçok mesele bulunmaktadır. Bazı konularda, ayetlerin derinliğinde ortaya çıkan ve cevap bekleyen onlarca soru bulunmasına rağmen, klasik tefsirlerden alabildiğimiz cevaplar oldukça sınırlı veya -Kuran bütünlüğü çerçevesinde- tatmin edici olmaktan uzaktır. Bu durum elbette müfessirlerin, Allah'ın ayetleri hakkında tefekkür eden ve onları anlamaya/açıklamaya çalışan değerli alimlerin kusuru ya da eksikliği olarak değerlendirilemez. Zira bazı manâların ve hikmetlerin kavranabilmesi ancak ve ancak Rabbimizin takdir ettiği/edeceği zamanı beklemektedir.

Kerim Rabbimizin lütfuyla, merhum Mehmed ALAGAŞ tarafından Kuran bütünlüğü çerçevesinde ve kalpleri mutmain edecek bir berraklıkta açıklık kazandırılan 'Samiri kıssası' da işte bu meselelerden biridir. Kıssadaki hikmetlerin yanı sıra, kıssada anlatılan gizemli hadiselerin açıklık kazanmasının zamanlaması da yine ayrı bir hikmet olarak, hocamız tarafından önemle altı çizilen bir konudur. Nitekim Samiri kıssasını değerlendirmeye açıp gündeme taşımamızın temel nedenlerinden biri de bu zamanlamanın hikmetine dayanmaktadır.

Konunun kapsamlı olmasını ve yapacağımız alıntıların uzunluğunu dikkate alarak, meselenin tüm yönleriyle anlaşılabilmesi düşüncesiyle; 6 bölüme ayırdığımız alıntıların her bir bölümünü siz kardeşlerimizle birlikte değerlendirip, ilgili bölümün anlaşıldığı kanaatine ulaştığımızda, bir sonraki bölümü ekleyerek -aynı başlık altında- ilerlemeyi ve meseleyi hep birlikte idrak ederek, mübarek Ramazan ayında gönüllerimizi ihya edebilmeyi umuyoruz..

"Beklenen Müslümanlara - Yaratılış ve İnsanlık Tarihi" kitabından alıntı yapacağımız bölümlere geçmeden önce, A'râf Suresi'nin 175 ve 176. ayetlerinde bahsi geçen kişinin tefsirlerde belirtildiği gibi Bel'am değil, Samiri denilen azgının ta kendisi olduğunu, 'Allah'ın izniyle' bu muhteşem tespiti yapan ve tane tane delillendiren ALAGAŞ hocamızı rahmetle ve cennet duası ile anarak dikkatinize sunuyoruz :

Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz (açıkça gösterdiğimiz) kişinin haberini oku-anlat. O bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan da onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuştu. (7-A'râf 175)

Eğer Biz dileseydik, onu bununla (gösterdiğimiz ayetlerimizle) yükseltirdik. Ama o (yüzünü semaya dönüp, hamdedeceğine) yere saplandı ve kendi hevasını (nefsi arzularını) izledi. Onun durumu, üstüne varsan da, bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu da böyledir. Artık gerçek olan kıssayı (yaşanmış bu olayı) onlara anlat ki (akledip) düşünsünler. (7-A'râf 176)

Samiri hakkındaki bu bilgiyi aklımızın bir kenarında tutarak, siz değerli kardeşlerimizi, ilgili ayet meallerini tekrar ve dikkatli bir şekilde okumaya ve tefekküre davet ediyoruz :

Seni kavminden 'çarçabuk ayrılmaya sevkeden' nedir ey Musa? (20-Tâ-Hâ 83)

Dedi ki "Onlar arkamda izim (yolum) üzerindedirler. Hoşnut kalman için Sana gelmekte acele ettim Rabbim." (20-Tâ-Hâ 84)

Dedi ki "Biz senden sonra kavmini deneyip-imtihan ettik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı." (20-Tâ-Hâ 85)

(Bunun üzerine) Musa kavmine oldukça kızgın ve üzgün olarak döndü. Dedi ki "Ey kavmim. Rabbiniz size güzel bir vaidde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize bir gazabın inmesini mi istediniz de, bana verdiğiniz sözden caydınız (döndünüz)?" (20-Tâ-Hâ 86)

(Bir kısmı) dediler ki "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik. Fakat o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, biz onları (haramdan kurtulmak için ateşe) attık. Samiri de (elindekini) aynı şekilde attı." (20-Tâ-Hâ 87)

"Derken onlara (senden bile put isteyenlere) böğüren bir buzağı heykeli çıkardı ve (onlar da) 'İşte sizin de ilahınız, Musa'nın da ilahı budur fakat (Musa) unuttu' dediler." (20-Tâ-Hâ 88)

Onlar onun (böğüren buzağının) kendilerine bir sözle cevap vermediğini (konuşup yol göstermediğini) ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mıydı? (20-Tâ-Hâ 89)

Andolsun ki Harun daha önce onlara "Ey kavmim, siz bununla (böğüren buzağı ile) fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin (hak ve gerçek) Rabbiniz Rahman'dır. (Artık) bana uyun ve emrime itaat edin" demişti. (20-Tâ-Hâ 90)

(Fakat onlar) demişlerdi ki "Musa bize geri gelinceye kadar ona (buzağıya tapmaktan) önünde bel büküp-eğilmekten asla vazgeçmeyeceğiz." (20-Tâ-Hâ 91)

(Musa döndüğünde) dedi ki "Ey Harun. Onların saptıklarını gördüğün zaman seni (müdahale etmekten) alıkoyan neydi?" (20-Tâ-Hâ 92)

Niye bana uymadın, emrime baş mı kaldırdın? (20-Tâ-Hâ 93)

(Harun) dedi ki "Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı tutup-çekme. Ben senin "İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü önemsemedin" demenden korktum?" (20-Tâ-Hâ 94)

(Musa) dedi ki "Ya senin amacın nedir ey Samiri?" (20-Tâ-Hâ 95)

(Samiri) dedi ki "Ben onların görmediklerini gördüm, resulün izinden bir avuç (toprak) aldım. Sonra onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Nefsim böyle yapmayı bana hoş gösterdi." (20-Tâ-Hâ 96)

(Musa) dedi ki "Haydi (defol) git. Artık sen hayatın boyunca "Bana dokunmayın!" diyeceksin. Ayrıca senin için kaçıp-kurtulamayacağın bir ceza günü var. Üstüne kapanıp tapındığın ilahına da bir bak. Biz onu yakacağız sonra parça parça ufalayıp denize savuracağız." (20-Tâ-Hâ 97)

Şimdi ALAGAŞ hocamızın "Kur’an-ı Kerim’den doğru cevaplar alabilmemiz, bu yüce Kitab’a doğru sorular yöneltmemizle mümkündür." nasihatini dikkate alarak, cevap bekleyen 'doğru' sorularımızı alt alta sıralayabiliriz :

  • Samiri'nin yaptığı, erimiş altın ve bir avuç topraktan meydana gelen buzağı heykeli nasıl böğürebiliyor, ses çıkarabiliyordu?

  • Bu ses nasıl bir sesti, böğürme sesi mi, daha farklı bir ses mi?

  • Harun A.S. neden bu sesi ortadan kaldırabilecek bir şey yapmadı ya da yapamadı?

  • Döndüğünde herkesi sorguya çeken Musa A.S., buzağı heykelinin ses çıkarmasına neden hiç şaşırmadı, neden bu durumu hiç sorgulamadı?

  • Samiri diğerlerinin görmediği neyi gördü?

  • Samiri neden resûlün ayak izinden bir avuç toprak aldı?

  • Bu resûl hangi resûldü ve ayak izindeki toprakta ne vardı?

  • Buzağı heykelinden çıkan sesle bu bir avuç toprağın ilişkisi var mıydı?

  • Samiri bundan sonraki hayatı boyunca neden "Bana dokunmayın!" diyerek yaşayacaktı?

  • Musa A.S. neden heykeli yaktıktan sonra parçalarını denize savurdu?

  • A'râf Suresi'nin 175 ve 176. ayetlerinde bahsi geçen kişi Samiri ise;

    * Kendisine verilen ya da açıkça gösterilen ayetler nelerdi?

    * 'Arza/yere meyletmesi' ya da 'yere saplanması' ne anlama geliyordu?

    * 'Üstüne varsan da, bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpek' benzetmesi ne içindi?

Yukarıdaki tüm soruların ve daha fazlasının Kuran bütünlüğü çerçevesinde tek tek cevaplandığını görmek ve Kuran'ın yüceliğine, anlam derinliğine şahitlik etmek için, sözü daha fazla uzatmadan -kendisini çok özlediğimiz- Mehmed abimize bırakıyor, "Allah senden razı olsun güzel abimiz/hocamız, Rabbimiz seni cennetinde ağırlasın İnşallah.." duasında bulunuyoruz.

BÖLÜM 1 : Samiri'nin Böğüren Buzağı Heykeli

İsrailoğulları Musa Aleyhisselam’dan tapınmak için görebilecekleri bir ilah yani bir put yapmasını istediklerinde, bir heykel ve döküm ustası olan Samiri'nin içinde küfür dolu bir ateş tutuşuvermişti!. Böyle bir istekte bulunan İsrailoğullarına, bu istediklerini verebilecek yegâne kişi elbette ki kendisi olmalıydı!. Fakat Musa Aleyhisselam’ın yanında bunu nasıl söyleyebilir, böyle bir şeye nasıl cesaret edebilirdi ki!. Dolayısıyle küfür dolu bu arzusunu gizledi, kapkaranlık bir gölge ve iğrenç bir leke gibi gizli tuttu kalbinde!.

Musa Aleyhisselam’ın bir müddet sonra Rabbisiyle münacaat için Tur-u Sina’ya çıkması, küfrünü ve ustalığını göstermek isteyen Samiri için güzel bir fırsat olmuştu. Musa Aleyhisselam kendi yerine Harun Aleyhisselam’ı bırakmış olsa da, İsrailoğullarının onu yeterince dikkate almadıklarını ve fazlaca dinlemeyeceklerini çok iyi biliyordu. Ancak yine de Harun Aleyhisselam’ın engellemesinden endişe ederek, yapacağı işin ilk aşamasında şirk ve küfür dolu bu amacını gizlemeyi tercih etmişti.

Görülebilir bir ilah isteyen şaşkın ve sapıkların önde gelenleriyle gizlice konuşarak, onlara bu isteklerini yerine getirebileceğini ve yolculukları esnasında yüklendikleri zinetleri ateşe atmalarını istedi. Normal şartlarda mala ve zinete çok düşkün olan bu sapıklar, mal sevgisini de aşan bir küfür arzusu ile zinetlerini ateşe atıverdiler. Ateşe attıkları bu zinetler;

... "Ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik" ... (20-Taha 87)

ayetinde de işaret edildiği gibi, asıl itibariyle kendilerine ait zinetler değildi. Bir başka kavime ait olan bu zinetlerin, Musa Aleyhisselam’dan habersiz olarak bir emanet veya borç yoluyla haksızca yüklenilmiş olması, put amacıyla zinetlerini ateşe atanların dışında kalan diğer İsrailoğullarını da rahatsız eden bir durumdu. Bu rahatsızlığı hisseden İsrailoğulları, sapıklıkta önde gidenlerin bu zinetleri haramdan kurtulmak için ateşe attıklarını zannederek, onlar da haksız yere yüklendikleri zinetleri -ne yapılacağını bilmeksizin- ateşe atmaya başladılar. Dolayısıyle İsrailoğullarından bir kısmı haramı inşa etmek için zinetlerini ateşe atarlarken, aynı zineti yüklenen diğerleri de bu haramdan kurtulmak için atıyorlardı!.

İsrailoğulları bu zinetleri ateşe attıklarında, Samiri de aynı ateşin içine, kendisine göre çok özel olan bir avuç toprağı attı. Küfürde olduğu gibi döküm ustalığında da ileri giden Samiri, bir müddet sonra bu erimiş madenden bir buzağı heykeli döküp-çıkardı!. Ancak işin garip ve sıradışı tarafı, bu buzağı heykelinin böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir inleme sesi çıkarmasıydı!. Bu sıradışı durumu küfri bir heyacanla karşılayan ve sapıklıkta öne geçen İsrailoğulları, bir hayret ve şaşkınlık içinde olan kavimlerine;

... “İşte, sizin de İlahınız, Musa’nın da İlahı budur. Ancak o unuttu!." ... (20-Taha 88)

dediler.

İman ve tefekkürün dışında,

sadece gördükleri mucizelerle bulundukları noktaya gelen fakat onca mucizeye rağmen Allah’a karşı gerekli teslimiyeti göstermeyen İsrailoğulları, gördükleri bu sıradışı olayı olağanüstü bir durum olarak tanımlamışlar ve hiç düşünmeden buzağı heykelini kendilerine ilah edinmişlerdi!. Her şeyi hakkıyle bilen Rabbimizin, Musa Aleyhisselam’a Tur’da söylediği;

... Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar. Dosdoğru yolu da görseler, onu yol olarak benimsemezler. Azgınlık yolunu gördüklerinde ise, onu yol olarak benimserler. ... (7-A'raf 146)

buyruğu, bu olay ile gözle görülebilir bir açıklık kazanmıştı. Çünkü gördükleri onca mucizeye rağmen doğru yolu, yol olarak benimsemeyen İsrailoğulları, buzağı heykelinin önünde saygıyla durmaya ve hürmetle eğilmeye başlamışlar, böğüren bu buzağı heykelini kendilerine ilah edinmişlerdi!.

Peki bu buzağı heykeli, gerçekten böğürüyor muydu?

Buzağının böğürmesi konusunda tefsirlerdeki en meşhur yorum, Samiri tarafından heykelin birkaç tarafına rüzgârı toplayarak ağız boşluğuna veren hava oluklarının konulması ve bu oluklardan giren rüzgârın bir inek böğürtüsü gibi ağızdan çıkmasıdır!. Kısmi bir akla ve çelişkili bir mantığa dayanan bu basit açıklamanın, ayetlere dayanmayan zorlama bir açıklama olduğunu düşünüyoruz. Çünkü buzağı heykeli sadece rüzgâr estiği zaman oluklarından giren ve ağızdan çıkan bir hava akımıyla böğürseydi, koskoca bir kavim sebebini bildikleri ve gördükleri bir sesten elbette etkilenmezlerdi. Yaşanan olay bu kadar basit olsaydı, herkesten önce Harun Aleyhisselam yerden bir tutam ot alır ve bu otu buzağının ağzına tıkarak onu susturduktan sonra “Bir tutam ota muhtaç olan ve bir tutam otla susan bir buzağı, hiçbir rızka muhtaç olmayan ve size devamlı rızık veren İlahınız olabilir mi?” diyebilirdi.

Ancak durum bu kadar basit değildi!.

Yaşanan olay, Harun Aleyhisselam’ın dahi hayret ve şaşkınlıkla karşıladığı sıradışı bir olaydı!. Çünkü olayı yakından izleyen Harun Aleyhisselam bile buzağının böğürmesine itiraz edememiş ve bu böğürtünün bir aldatmaca olduğunu söyleyememişti. Daha açık bir ifadeyle buzağının böğürdüğünü veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkardığını Harun Aleyhisselam da kabul etmiş ancak bu sıradışı durumu Rabbimizin apaçık bir imtihanı ve denemesi olarak gördüğü için;

... "Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan Allah) dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin." ... (20-Taha 90)

demişti.

Harun Aleyhisselam’ın buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması konusunda nasıl ki bir itirazı olmamışsa, bizlere bu olayı bildiren şanı yüce Rabbimiz de;

... Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı. ... (20-Taha 88)

ifadesiyle yaşanan olayın bu boyutunu doğrulamıştır. Nitekim Rahman olan Rabbimizin buzağıyı ilah edinen İsrailoğullarına rahmet dolu uyarısı;

Onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı? (20-Taha 89)

şeklinde olmuştur. Dikkat edilirse bu İlahi ikaz ve İlahi uyarı, buzağının böğürüp-böğürmediği noktasında değil, ondan bir ses çıksa da bu sesin asıl itibariyle onlarla konuşmadığı ve onları doğru veya yanlış bir yola çağırmadığı noktasında gerçekleşmiştir.

Ancak bu apaçık gerçeği görmemiş,

bu apaçık gerçeği anlamamıştı İsrailoğulları!. Bütün bu olup-bitenler karşısında şaşkına dönen Harun Aleyhisselam ise devamlı olarak kendilerini ikaz ediyor;

... “Ey kavmim, gerçekten siz bununla deneniyorsunuz. Sizin Rabbiniz Rahman olan Allah'dır. Şu halde bana uyun ve emrime itaat edin.“ ... (20-Taha 90)

diyerek, onları bu sapıklıktan uzaklaştırmak istiyordu. Küfür sarhoşluğu içinde olan İsrailoğulları ise o zamana kadar fazlaca önemsemedikleri Harun Aleyhisselam’ın bu sözlerini hiç dikkate almıyorlar ve ona yani Harun Aleyhisselam'a destek vermesi gereken en makul İsrailoğulları bile;

... "Musa bize geri gelinceye kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp, önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız." (20-Taha 91)

diyorlardı!.

İsrailoğullarının küfür dolu bu tavırları karşısında derin bir çaresizliğe düşen Harun Aleyhisselam, kardeşi Musa Aleyhisselam’a verdiği söz olmasa hiç kuşkusuz ki bu kavimi terk eder ve onları kendi sapıklıkları içinde bırakabilirdi. Ancak kardeşi kendisine;

... “Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yolunu tutma" ... (7-A'raf 142)

dediği için bu sapıkları terketmiyor, terkedemiyordu Harun Aleyhisselam!. Kendisini zayıflatan ve tüm ikazlarını dinlemeyen kavminin içine düştüğü bu sapıklığa eliyle müdahale etmek istediğinde ise, küfürde ileri gidenler onu öyle hırpalamışlardı ki, az daha öldürüvereceklerdi!.

Artık kavmi gibi o da Musa’yı,

o da Musa Aleyhisselam’ı bekliyordu!.

BÖLÜM 2 : Musa Aleyhisselam'ın Tur-u Sina'dan Dönmesi

Sevinçli bir aceleyle çıktığı Tur'dan,
üzüntü ve kızgınlık dolu bir aceleyle geri dönen Musa Aleyhisselam, elindeki levhalarla kavminin karşısına çıkarak;

... "Beni arkamdan, ne kadar kötü temsil ettiniz? Rabbinizin emrini çabuklaştırdınız, öyle mi? ..." (7-A'râf 150)

dedikten sonra sustu. Kavminin içine düştüğü durumu anlayan ve anladıkça kızgınlığı daha da artan Musa Aleyhisselam, duyduğu bu kızgınlıkla ve “Böyle bir kavim, böyle bir İlahi lutfa layık değildir!.” düşüncesiyle, elindeki levhaları bıraktı. Sonra öfke dolu bakışlarını kardeşi Harun Aleyhisselam’a çevirdi. Kardeşine “Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yolunu tutma” demesine rağmen bütün bunlara neden, neden engel olmamıştı ki!.

Harun Aleyhisselam’ı başından, saçından ve sakalından yakalayarak kendine doğru çekiştirirken, öfkenin açığa çıktığı bir sesle;

... "Ey Harun. Onların saptıklarını gördüğün zaman seni (onlara müdahale etmekten) alıkoyan neydi? Niye bana uymadın, emrime baş mı kaldırdın?" (20-Tâ-Hâ 92-93)

diye haykırdı. Derin bir üzüntü içinde olan Harun Aleyhisselam, hüzün dolu bir sesle;

... "Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı tutup-yolma. Ben, senin; "İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü önemsemedin" demenden (endişe edip) korktum?" (20-Tâ-Hâ 94)

dedikten sonra, içine düştüğü çaresizliği şu sözlerle ifade etti;

... "Annemoğlu, bu topluluk beni zayıflattı (hırpalayıp güçsüzleştirdi) ve neredeyse beni öldürmeye giriştiler. Bari sen düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğuyla birlikte kılma." ... (7-A'râf 150)

Kardeşinin hüzün dolu bu yumuşak cevabı karşısında öfkeli bakışlarını tekrar kavmine çeviren Musa Aleyhisselam, İlahi nimetlere nankörlükle yaklaşan İsrailoğullarına bir süre baktıktan sonra;

... "Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaidde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de, bana verdiğiniz sözden caydınız?" (20-Tâ-Hâ 86)

diye seslendi.

Üzüntü ve öfke dolu bu hitap karşısında, sapıklıkta önde giden ve bir haramın inşası için zinetlerini ateşe atan İsrailoğulları sustular. Ancak zinetlerini haramdan kurtulmak için ateşe atan İsrailoğulları, kendilerini mazur gösterebilmek ve Musa Aleyhisselam’ın kabaran öfkesinden kurtulabilmek için;

... "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik; biz onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı.. (Ortaya böğüren bir buzağı heykeli çıkınca) "İşte, sizin de ilahınız, Musa'nın da ilahı budur; fakat (Musa) unuttu." ... (20-Tâ-Hâ 87-88)

diyerek, onları suçlayıp-kendilerini temize çıkarmak istediler!.

Koskoca denizin yarılmasıyla hakkı değil,
küçücük buzağı heykelinin böğürmesiyle batılı tercih eden bu zalimler topluluğuna ne diyeceğini, onlar için Allah'a nasıl dua edeceğini bilemeyen Musa Aleyhisselam, "Beni bu zalimler topluluğuyla bir kılma" diyen kardeşi Harun Aleyhisselam'a sakin ve merhametli gözlerle bakarak;

... “Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın.” (7-A'râf 151)

duasında bulundu. Rahman olan Rabbimiz bu güzel duaya;

Şüphesiz, buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir zillet yetişecektir. İşte biz, 'yalan düzüp uyduranları' böyle cezalandırırız. Kötülük işleyip de bunun ardından tevbe edenler ve iman edenler; hiç şüphesiz senin Rabbin, bundan sonra elbette bağışlayandır, esirgeyendir. (7-A'râf 152-153)

karşılığını verdi.

Bu İlahi buyruğun ne anlama geldiğini ve Samiri gibilerini neyle müjdelediğini çok iyi anlayan Musa Aleyhisselam, o zamana kadar hiç konuşmayan Samiri'ye yönelerek;

... “Ya senin amacın nedir ey Samiri?" (20-Tâ-Hâ 95)

diye sordu. Dikkat edilirse Musa Aleyhisselam Samiri’ye buzağıyı nasıl yaptığını veya buzağının nasıl böğürdüğünü hiç sormamıştı!. Çünkü kavmini dinledikten, böğüren buzağıyı gördükten ve onun sesini duyduktan sonra birçok şeyi anlamıştı Musa Aleyhisselam. Nitekim bu anlayışla Samiri’ye buzağı hakkında soru sormamış, sadece “Amacın nedir?” diyerek bunu yapmaktaki amaç ve gayesini öğrenmek istemişti. Yaptığı işin halâ arkasında duran Samiri ise;

... “Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıverdim. Böylelikle nefsim, bana bu yaptığımı hoş gösterdi." (20-Tâ-Hâ 96)

cevabını verdi.

Musa Aleyhisselam hiç itiraz etmedi, hiç tartışmak istemedi Samiri'nin bu cevabını. Bu kıssa üzerinde binlerce yıldır düşünen herkesin merakla sormak isteyeceği “Onların görmediği neyi gördün? Hangi elçinin izinden, ne aldın?” diye, bir soru da sormadı kendisine!. Çünkü Musa Aleyhisselam anlaması gereken şeyin, anlaması gerektiği kadarını zaten anlamıştı. Rabbimizin Samiri'ye ne vadettiğini çok iyi bildiği için, kendisinden bir cevap bekleyen ve belki de kendisiyle tartışmak isteyen Samiri'ye “Defol git!.” dedikten sonra ilave etti;

... "Artık senin hayatta (hakettiğin ceza) 'Bana dokunulmasın' deyip yerinmendir. Ve şüphesiz senin için kendisinden asla kaçınamayacağın (azab dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız." (20-Tâ-Hâ 97)

Evet,
Samiri ve Samiri’nin yaptığı buzağıyla ilgili olarak bizlere Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de verdiği malumat bu kadardır. Zaten iman etmemiz ve anlamamız gereken husus da, meselenin bu genel hatlarıdır. Hiç kimsenin görmeyip de, Samiri'nin gördüğü ayetin ne olduğunu, hangi elçinin izinden ne aldığını ve buzağı heykelinden gelen sesin mahiyetini ise Kur'an-ı Kerim bütünlüğündeki ilgili ayetleri dikkate alarak ayrı bir başlıkta anlamaya çalışacağız.

BÖLÜM 3 : Samiri'nin Gördüğü Ayet ve Buzağıdan Gelen Ses!.

Bir önceki başlıkta Samiri kıssasını genel bir şekilde vermemize rağmen, meselenin bu genel hatlarında bizlere sır gibi görünen ve müslümanların ondört asırdır üzerinde konuştukları gizemli boyutlar olduğunu elbette ki biliyoruz. Ancak İlahi kelâmda anlayamadığımız bir hususu, illa ki anlaşılabilir kılmak için İlahi kelâmın zahirinden ve Kur’an’ın bütünlüğünden koparak tevil veya yorumlara girişmek, şiddetle sakınmamız gereken bir husus olmalıdır. Mesela bu kıssayla ilgili olarak ileri sürülen ve birçok çevre tarafından kabul gören “Buzağı heykelinin böğürmesi, heykeldeki hava olukları ve rüzgar nedeniyledir!”, “Samiri, İsrailoğullarının görmediği Cebrail’i görmüş ve onun atının izinden bir avuç almıştır!” veya “Samiri Musa’nın izinden yani onun öğretisinden bir avuç almış ve sonra bu ilimle veya bu ilmi terkederek böğüren buzağıyı yapmıştır!” gibi, ayetlerin zahirinden, olayın keyfiyetinden ve Kur’an’ın bütünlüğünden kopuk yorumlar, bir mü’min ve müslüman olarak sakınmamız gereken yorumlardır.

Kur’an-ı Kerim'in apaçık bir Kitab olduğunu dikkate alarak, elbette ki bu kıssaları düşünecek ve anlamaya çalışacağız. Ancak sakınılmasını istediğimiz husus, kıssa ve ayetleri düşünürken Kur’an’ın bütünlüğünden ayrılarak zoraki yorum veya tevillere girilmesidir. Herhangi bir ayete getirdiğimiz yorum veya tevil, Kur’an-ı Kerim’in bir başka yerindeki kısa bir ayetin, kısa bir kelimesiyle çelişiyorsa, hiç tereddüt etmeden bu yorum ve tevili terk etmemiz gerekir. Çünkü çelişkisiz bir Kitab olan Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine getireceğimiz yorumların da herhangi bir ayetle veya bu ayetlerin hak yorumlarıyla çelişmemesi şarttır. Böyle bir duruma düşmemenin en doğru ve en kolay yolu ise ayetlerin tefsir hakkını, bu hakkı öncelikle kendisinde gören ve mufassal olan Kur’an-ı Kerim’e vermektir. Allah’a tevekkül ederek düşünmek ve ayetlerin zahirinden kopmadan Kur’an bütünlüğünde derinleşmek ise biz mü’minler için vazgeçilmez bir yaklaşım olmalıdır.

Peki, Samiri'yle ilgili bu kıssayı nasıl anlayacağız?

Öncelikle şunu ifade edelim ki bu kıssayı illa ki anlayacağız veya açıklayacağız diye bir iddiamız yoktur!. Bizler ayet-i kerimelere iman etmekle ve Allah’tan yardım isteyerek düşünmekle ve araştırmakla mükellefiz. Bu çalışmalarımız karşılığında bazen bir yıl, bazen on yıl sonra netice alabileceğimiz gibi, ömrümüzün sonuna kadar hiçbir netice de alamayabiliriz. Ancak şuna iman etmeliyiz ki ayetlerin zahirinden kopmayan ve Kur’ani istikametten ayrılmayan bu çalışmalarımızla bir neticeye veya İlahi gerçekliğe ulaşamasak dahi, Rabbimiz nezdinde bu çalışmalarımızın çok ciddi ecirleri vardır. Zaten bizlerin asıl gayesi de İlahi gerçekliğe ulaşamasak bile İlahi ecre nail olmak değil midir?

Evet,
bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra böğüren buzağı kıssası konusunda, hep birlikte düşünmeye ve araştırmaya başlayabiliriz. Tabi ki öncelikle kıssayla ilgili olarak bizlere verilen her malûmatı en küçük ayrıntısına kadar çok iyi almamız, çok iyi algılamamız gerekir. Çünkü bizlere bu kıssayı bildiren şanı yüce Rabbimiz, bizlere kesinlikle gereksiz veya fazla bilgi vermemiş, en küçük ayrıntıda bile anlaşılması gereken büyük hikmetler olduğuna işaret etmiştir. Şimdi böyle bir dikkat ve özen ile Rabbimizin bize verdiği malûmata yani elimizde ne olduğuna bakalım :

1- İsrailoğulları kendilerine öfkeyle seslenen Musa Aleyhisselam’a “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik. Ancak daha önce o kavmin süs eşyalarından bazı zinetler almıştık ve onları ateşe attık, böylece Samiri de attı. Böylece böğürmesi olan bir buzağıyı ortaya çıkardı.” diyerek, kendilerine göre çok makul olan mazeretlerini bildirmişlerdi. Kendilerine ilah olarak empoze edilen buzağının önünde eğilen İsrailoğullarının bu makul mazeretleri elbette ki heykelin değerli madenlerden yapılması, güzel veya görkemli olması değil, bu buzağı heykelinin böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarmasıydı!. Daha açık bir ifadeyle bu İsrailoğulları "Buzağı böğürdüğü için biz onu İlah olarak kabul ettik, onun önünde eğildik" diyorlardı!.

2- Harun Aleyhisselam’ın bu böğürtüye itiraz etmemesi, bunun bir aldatmaca olduğunu söylememesi ve kavmine “Siz bununla deneniyorsunuz” demesi, buzağıdan böyle bir böğürtü sesinin çıktığını kendisinin de kabul ettiğini göstermektedir. Ayrıca bizlere bu olayı bildiren Rabbimizin “Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı” ifadesiyle yaşanan olayın bu boyutunu doğrulamış olması ve buzağıyı ilah edinen İsrailoğullarına “Onun kendileriyle konuşmadığını, kendilerine bir cevap vererek onları bir yola yöneltip-iletmediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?” buyurarak, İlahi ikazını buzağının böğürüp-böğürmediği noktasında değil, ondan bir ses çıksa da bu sesin asıl itibariyle onlarla konuşmadığı ve onları bir yola iletmediği noktasında gerçekleştirmiştir.

3- İlk iki başlıktan buzağının gerçekten böğürdüğünü veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkardığını kabul ettiğimiz zaman, bunun nasıl olabileceğini ve binlerce İsrailoğlunun şahit olduğu bu sesin nereden veya nasıl çıktığını düşünmemiz gerekir. Bu soruya en genel anlamda verebileceğimiz iki ayrı cevap vardır :

a- Buzağının böğürmesi, Allah’ın izin vermesiyle Samiri’ye ait bir iştir!. Buzağı gerçekten böğürüyorsa, bu işi bir ilim veya yetenekle; buzağı gerçekten böğürmüyor fakat insanlara böğürüyormuş gibi geliyorsa, bu işi Mısır’da öğrendiği büyü veya sihir ile gerçekleştirmiştir!. Tabi ki Rabbimizin bizlere olayı veriş şeklini ve ayrıntılarını dikkate aldığımız zaman, bu iki olasılığı da kabul edebilmemiz mümkün değildir. Çünkü ayetlerde bu işin Samiri’nin ilmine değil nefsine dayanan bir iş olduğu açıkça belirtildiği gibi, büyü veya sihir olasılığı da yoktur. Şayet böyle bir şey söz konusu olsaydı, Musa Aleyhisselam ile karşılaşan büyücülerin ortaya attıkları ipler hakkında “Onlara debeleniyormuş gibi göründü” diyerek, olaya açıklık kazandıran Rabbimiz; bizlere bu olayı “Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı” ifadesiyle değil, “Onlara buzağıyı böğürüyormuş gibi gösterdi” ifadesiyle verirdi. Dolayısıyle buzağının böğürmesinin veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarmasının, Samiri’nin ilmiyle veya büyü ile herhangi bir ilgisi yoktur.

b- Harun Aleyhisselam kavmine “Siz bununla deneniyorsunuz” derken, hiç kuşkusuz ki kavminin Allah tarafından denendiğini ve sınandığını bildiriyordu. Zaten şanı yüce Rabbimiz de Musa Aleyhisselam’a “Biz senden sonra kavmini denemeden geçirdik.” buyurarak, bu olayın İlahi bir deneme olduğunu beyan ediyordu. Kur’an-ı Kerim bütünlüğünde Rabbimizin İlahi denemelerini incelediğimiz zaman, Rahman olan Rabbimizin hiç bir kimseyi veya hiç bir toplumu sadece batılla baş başa bırakmadığını ve sadece batılla denemediğini görürüz. Daha açık bir ifadeyle kişilere veya toplumlara yönelik bu İlahi denemelerin içinde, mutlaka ve mutlaka hak olan birçok gerçeklik bulunmaktadır. Zaten bir kimsenin veya bir toplumun sapması da bilinen ve görülen hak gerçekliklere rağmen batıla meyletmesi değil midir? Dolayısıyle meselenin çok önemli olan İlahi deneme boyutunu dikkate aldığımız zaman, Sünnetullah’a çok uygun olan şu yaklaşımda bulunabiliriz;

“Bu olay gerçekleşinceye kadar onlarca büyük mucize ile İsrailoğullarının iman ve teslimiyetini deneyen Rabbimizin, bu olayda onlara gösterdiği bir ayet ile İsrailoğullarının isyan ve küfrünü denemiştir. Bu nedenle buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması, İsrailoğullarını denemek isteyen Rabbimizin gösterdiği bir ayet, bir işarettir.”

Sünnetullah’a çok uygun olan bu İlahi deneme anlayışı, elbette ki kabul edilmesi gereken bir anlayıştır. Ancak burada cevaplamamız gereken bir soru vardır. İsrailoğullarına Rabbimiz tarafından gösterilen bu ayet; hiçbir sebeb veya illete dayanmadan, Rabbimizin sadece “Ol” hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi midir? Bunun muhal olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Rahman olan Rabbimiz put yerine konulan bir heykele “Ol” hükmüyle böğürme sesi vermekten münezzeh olduğu gibi; şayet buzağının böğürmesi sadece “Ol” hükmünden kaynaklansaydı, Samiri’nin elçinin izinden bir avuç alması ve onu ateşe atması gibi verilen bilgilerin hiçbir önemi kalmazdı. Dolayısıyle buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarması, Rabbimizin “Ol” hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi değil; İlahi gerçekliğini kendi içinde barındıran ilmi bir ayet veya sıradışı bir hadiseydi.

İşte cevaplamamız gereken soru, bu sıradışı olaydaki "İlmi ayet nedir?" sorusudur. Bu önemli sorumuzun cevabıyla ilgili olarak bize verilen ayrıntılar ise Samiri’nin “Ben onların görmediğini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç aldım. Sonra onu ateşe attım ve bunu bana nefsim hoş gösterdi.” sözleridir. Yani aradığımız cevap, Rabbimizin bizlere önemle ve ısrarla bildirdiği bu sözlerde, bu ayrıntılarda gizlidir. Tabi ki aradığımız cevabı Rabbimizin izni ve lutfuyla bulmaya çalışırken, kavmine dönen ve kavmini dinledikten sonra buzağı heykelini gören, onun sesini duyan Musa Aleyhisselam’ın sıradışı bu olaydan niye etkilenmediğini, Samiri’ye “Sen ne gördün? Hangi elçinin izinden ne aldın ve bunu nasıl yaptın?” gibi soruları neden sormadığını, buzağıyı niye tekrar ateşte eritip, onu parçalarına ayırdığını ve olay deniz kenarında geçmemesine rağmen toz haline getirilen bu parçaların niye denize götürülüp, denize savrulduğunu da dikkate almamız gerekecektir.

BÖLÜM 4 : Topraktaki Mucize!

Evet,
bütün bunları Kur’an-ı Kerim bütünlüğünde dikkate alarak, Samiri’nin “Ben onların görmediğini gördüm ve elçinin izinden bir avuç aldım” sözünü düşünmeye başlayalım. Farklı bir kıraatle okunduğu zaman “Ben sizin görmediğinizi gördüm” anlamını kazanarak Musa Aleyhisselam’ı da kapsayabilecek olan bu ifadeyle, Samiri ne demek istemişti? İsrailoğullarının görmediği neyi görmüş ve hangi elçinin izinden bir avuç ne almıştı? Burada hiçbir delile dayanmadan er-resul kelimesiyle kastedilen elçinin Cebrail Aleyhisselam olduğunu söylemek ve Hz. Ali Radyallahu anha veya İbn Abbas’a nisbet edilen rivayetleri kabul edebilmek mümkün değildir. Çünkü -Rabbim rahmet eylesin- Razi’nin de belirttiği üzere Cebrail Aleyhisselam’ın Resul ismiyle anılması yaygın olmadığı gibi, olayın öncesinde ondan bahsedilmemiştir ki er-resul kelimesinin başındaki lam-ı tarif, ona bir işaret veya ona bir gönderme sayılabilsin. Dolayısıyle er-resul (malum veya bilinen resul) ifadesiyle, bu olayın içindeki resul yani Musa Aleyhisselam kastedilmektedir.

Peki Samiri,
Musa Aleyhisselam’ın izinde, İsrailoğullarının görmediği neyi görmüş ve bir avuç ne almıştı? Razi’nin desteklediği ve günümüzdeki birçok araştırmacının kabul ettiği Ebu Müslim’in görüşüne göre; ayetteki “Elçinin izinden bir avuç aldım” ifadesiyle, “Musa Aleyhisselam’ın izinden, onun öğretisinden yani onun sünnetinden ve kendisiyle emrolunduğu şeylerden bir avuç aldığı” kastedilmiştir. Dolayısıyle Samiri Musa Aleyhisselam’a verdiği cevapta “Ey Resul. Ben senin izinden yani senin sünnetinden ve dininden bir şeyler kaptım ve onu attım” demek istemiştir. Tabi ki bize göre çok muallâkta kalan ve ayetlerin zahirinden kopuk olan bu görüşü de kabul edemeyiz. Çünkü ayet-i kerimelerin açık anlamlarında resulün izinden avuçla bir şey alındığı ve elle tutulabilen bu somut şeyin ateşe atıldığı bildirilmektedir.

Şimdi ayetlerin zahirine ve Kur’an’ın bütünlüğüne uygun görmediğimiz bütün bu yaklaşımları bir kenara bırakarak, söz konusu ayetlerin açık ve zahir manaları üzerinde düşünelim. Samiri resulün izinde yani Musa Aleyhisselam’ın ayağıyla bastığı bir yerde, İsrailoğullarının görmediği sıradışı bir şey görmüş ve o izden bir avuç almıştır. Bizler gibi yerde yürüyen bir insan olan Musa Aleyhisselam’ın, Samiri’nin “Ben onların görmediğini gördüm” dediği an bastığı yer bir kaya olsa, o kayadaki izinden bir avuç alınamayacağı için, o an bastığı yerin avuçla alınabilecek toprak veya kum olduğunu anlayabiliriz. Tabi ki cevaplamamız gereken soru, Musa Aleyhisselam’ın bastığı bu toprakta Samiri’nin nasıl bir şey gördüğüdür. Çünkü Samiri “Ben onların görmediğini gördüm” derken, Musa Aleyhisselam’ın bastığı ve iz bıraktığı bu toprakta olağanüstü bir şey gördüğünü bildirmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin de “O, öyle gördüğünü zannetti!.” diyerek tekzip etmediği bir gerçek olan bu sıradışı durum neydi? Samiri’nin yerin her tarafında değil, sadece Musa Aleyhisselam’ın bastığı yerde gördüğü bu olağanüstü durum nedir?

Musa Aleyhisselam’ın bastığı toprakta olağanüstü bir durum veya mucizevi bir hal varsa; Kur’an-ı Kerim’deki peygamber tanımını dikkate alan mü’minler olarak, topraktaki bu olağanüstü durumu Musa Aleyhisselam’ın bu toprağa ayağıyla basmasına bağlamamamız gerekir. Çünkü her insan gibi yeryüzünde gezinen bir beşer olan peygamberlerin bastığı yerlerin, ayak basma ile olağanüstü bir hal veya mucizevi bir özellik kazanacağını düşünemeyiz. Dolayısıyle Musa Aleyhisselam’ın bastığı toprakta sadece Samiri’nin gördüğü bu olağanüstü durum, Musa Aleyhisselam’dan veya onun basmasından değil, toprağın bizzat kendisinden kaynaklanması gereken bir durumdur.

Rabbimizin yardımıyla düşüncelerimiz bu noktaya geldiği zaman, Kur’an-ı Kerim’deki Musa Aleyhisselam kıssasını baştan sona tekrar gözden geçiriyor ve Musa Aleyhisselam’ın bu kıssa boyunca bastığı hangi toprakta olağanüstü bir durum veya mucizevi bir hal olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Musa Aleyhisselam Tur-u Sina’ya ilk çıktığında, şanı yüce Rabbimiz “Ey Musa, ben senin Rabbinim. Ateşte olanlar da, çevresinde bulunanlar da mubarek kılınmıştır. Ayakkabılarını çıkar, çünkü kutsal vadi olan Tuva’dasın.” buyurmuştu. Bu İlahi hitaptan söz konusu yerin kutsal olduğunu hiç kuşkusuz kabul etmemize rağmen, Samiri’nin gördüğü mucizevi toprağın burada olamayacağını çünkü Musa Aleyhisselam’ın Tur-u Sina’ya tek başına çıktığını biliyoruz.

Tabi ki düşünmeye ve aramaya devam ediyoruz. Çünkü bu kıssanın anlaşılması, elçinin bastığı bu sıradışı toprağın bulunmasına bağlı ise, bu cevabın yine Kur'an-ı Kerim'de olduğunu biliyoruz. Bu bilinç ve bu dikkat ile bütün ayet-i kerimeleri incelediğimizde, “Musa Aleyhisselam’ın bastığı ve Samiri’nin gördüğü bu mucizevi toprak neresidir?” sorumuzun, Rabbimizin lutfuyla tek bir cevapla karşılaştığını ve aradığımız özel cevabın burada olabileceğini görüyoruz;

"Deniz yarıldıktan sonra denizin dibinde açılan kupkuru yoldaki toprak!."

Peki,
Samiri'nin o toprakta gördüğü mucizevi durum nedir? İşte bu önemli sorumuzun, önemli cevabını bulabilmemiz için, yine Kur’an-ı Kerim bütünlüğünde Rabbimizin tüm mucizelerini gözden geçirmemiz gerekir. Rabbimizin Kur’an’da zikrettiği mucizelerin bir kısmı ilime, sebeb ve illete dayanırken; maddenin tabiatına aykırı mucizeler ise sadece Rabbimizin söz konusu maddeye yönelttiği kesin emire dayanmaktadır. Mesela ateş, yaratılışı icabı yakıcı olmasına rağmen Rabbimizin;

... "Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol." (21-Enbiya 69)

emriyle, asıl itibariyle yakıcı olan ateş, İbrahim Aleyhisselam’a karşı serin olmuştur. Aynı şekilde Nuh tufanında da, Rabbimizin yere ve göğe yönelik emirleri vardır. Nitekim tufanın bitiminde de yere ve göğe;

... “Ey yer suyunu yut, ey gök sen de tut." ... (11-Hud 44)

emrinin verilmesi, bizlere bu gibi mucizelerin üst planını göstermektedir. Bazen de söz konusu mucizelere ilişkin yaratılmış maddeye yönelik bu gibi emirler; İsa Aleyhisselam örneğinde görüleceği gibi Rabbimizin izin ve dilemesiyle peygamberler tarafından da verilmektedir.

Bunlardan hareketle denizin yarılması ve kupkuru bir yol açılması mucizesine geldiğimiz zaman, bu mucizelerin gerçekleşmesinde denize ve toprağa verilen iki ayrı emir vardır. Denize yarılmasını ve arasında güvenli bir boşluk bırakarak ikiye ayrılması emredilirken; deniz suyunu içine çektiği için bir çamur halinde olan toprağa da, kupkuru olabilmesi için suyunu hemen bırakması emredilmiştir. Denize ve deniz dibindeki toprağa yönelik bu iki ayrı emirin; dolaysız olarak Rabbimiz tarafından mı, yoksa Rabbimizin izniyle Musa Aleyhisselam tarafından mı verildiği, ayet-i kerimelerde açıkça belirtilmemektedir. Ancak şanı yüce Rabbimizin, Musa Aleyhisselam’a;

... "Kullarıma denizde kuru bir yol aç. ..." (20-Taha 77)

buyruğunu düşündüğümüzde; denizin yarılmasına ve kuru bir yol açılmasına yönelik emirlerin, Rabbimizin izniyle Musa Aleyhisselam’a verildiği kanaati ciddi bir ağırlık kazanmaktadır.

Evet,
gerçekleşen bu mucizelerin Kur’an-ı Kerim’de belirtilen üst planını dikkate aldığımızda; Nuh tufanında yere ve göğe “Ey yer suyunu yut, ey gök sen de tut” emri nasıl verilmişse, bu olayda da denize ve deniz dibindeki toprağa yönelik bu emirlerin mutlaka verildiğini anlayabiliyoruz. Şimdi bu anlayışla, mucizenin gerçekleştiği o zamana geri dönebiliriz. Bildiğiniz gibi mevcut tarihi rivayetlerin aksine, Musa Aleyhisselam’ın deniz kenarına gelince durmadığını, orada durup “Asanla denize vur” hitabını beklemediğini ve denize girerek su boğazına gelesiye kadar yürüdüğünü söylemiştik. Bunu söylerken hem Kur’an-ı Kerim’deki peygamber tanımından hareketle peygamberlerin kendilerine gösterilen yolda son noktaya kadar gittiklerini ve İlahi yardımın bu son noktada geldiğini dikkate almış, hem de bu Samiri olayını göz önünde tutmuştuk. Çünkü Musa Aleyhisselam denize girip, su boğazına gelesiye kadar denizde yürümeseydi, Samiri İsrailoğullarının görmediği o şeyi göremeyecekti!. Zaten söz konusu tarihi rivayetleri doğru kabul ettiğimiz dönemlerde, Samiri’nin göremeyeceği şeyi biz de görememiş ve bu tarihi olayın mahiyetini anlayamamıştık.

Şimdi mucize anına tekrar geri dönüyoruz. Rabbimizin gösterdiği yolda son noktaya kadar yürüyen ve suların boğaza geldiği bu son noktada kendisinden razı ve hoşnut olan Rabbimizin “Asanla denize vur” emriyle karşılaşan Musa Aleyhisselam, asasıyla denize vurmuş ve söz konusu mucizeler gerçekleşmişti. Deniz yarılmış ve her parçası bir dağ gibi olmuştu. Firavun ordularının yetişeceği korkusuyla, kendileri için açılan bu kupkuru yola giren İsrailoğulları, bir yandan yürüyorlar ve bir yandan da üzerlerine kapanıvereceğinden korktukları, her parçası koca bir dağ gibi olan su kütlesine bakıyorlardı!. Çünkü koskoca bir dağ gibi olan bu su kütlelerinin önünde, bunları tutabilecek olan hiçbir set, hiçbir engel yoktu!.

Suların kapanıvereceğinden korkup-endişe eden bu İsrailoğulları arasındaki sadece bir kişide yani Samiri’de, bu büyüklükte bir korku ve endişe yoktu!. Mısır’da gördüğü ayet ve mucizelerle Musa Aleyhisselam’a bakışı değişen Samiri, tedbirli bir insan olarak kendisine göre en güvenli bir yerde, yani Musa Aleyhisselam’ın hemen arkasında yürüyordu. Çünkü ikiye yarılan denizin herhangi bir yeri kapanacak bile olsa; denizin kapanacağı bu yer, denizi asasıyla ikiye ayıran Musa Aleyhisselam’ın bulunduğu yer olmazdı!.

Kendisine çok akıllıca gözüken böyle bir tedbir ile Musa Aleyhisselam’ın hemen arkasından yürüyen Samiri, denizin kapanacağından ve boğulacaklarından korkan herkes iki tarafta birer dağ gibi yükselen denize bakarken, kendisini güvende hissettiği için yaşanan mucizenin bir diğer boyutu olan kupkuru toprağa da bakıyordu. Normal şartlarda bir balçık, bir çamur deryası olması gereken toprak, gerçekten kupkuruydu!. Samiri’nin hayretle toprağa bakan gözleri, bir anda daha büyük bir hayretle büyümeye başlamıştı!. Çünkü Musa Aleyhisselam’ın bastığı toprakta ve topraktaki izinde, Harun Aleyhisselam da dahil olmak üzere diğer İsrailoğullarının izlerinde olmayan olağanüstü bir hal, sıradışı bir durum vardı!.

BÖLÜM 5 : Topraktan Gelen Feryat!.

Bu sıradışı durumun ne olduğunu anlayabilmemiz için, deniz yarıldığı ve mucizeler gerçekleştiği an, Musa Aleyhisselam’ın nerede ve nasıl bir durumda olduğunu dikkate almamız gerekecektir. Mucize gerçekleştiği an denizin içinde olan Musa Aleyhisselam, deniz yarılıp-kupkuru bir yol açıldığı zaman elbette ki boğazına kadar bir ıslaklık içindeydi. Böyle bir durumda kupkuru yolda yürürken, vücudundan ve elbiselerinden süzülen sular nedeniyle bastığı yer ıslanıyordu. Ancak denizin dibinde kupkuru bir yol açılabilmesi için “Suyunu bırak” emrine muhatap olan toprak, Musa Aleyhisselam’ın izindeki bu ıslaklığı da kabul etmiyor ve üzerindeki bu suyu da çok sıra dışı bir şekilde dışına gönderiyordu. İşte hiç kimsenin görmediği veya fark edemediği bu durumu, şanı yüce Rabbimiz Samiri’ye göstermişti. Samiri her ne kadar “Ben onların görmediğini gördüm” diyerek, bunu kendisine, kendi görüşüne nisbet etse de ona bu ayeti gösteren ve görmesini nasip eden Rabbimizdir. Çünkü A'râf suresindeki ayet-i kerimelerde kastedilen öncelikli kişi, tefsirlerde belirtildiği gibi Bel'am değil, Samiri denilen bu azgının ta kendisidir;

Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz (açıkça gösterdiğimiz) kişinin haberini oku-anlat. O bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan da onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuştu. (7-A'râf 175)

Eğer Biz dileseydik, onu bununla (gösterdiğimiz ayetlerimizle) yükseltirdik. Ama o (yüzünü semaya dönüp, hamdedeceğine) yere saplandı ve kendi hevasını (nefsi arzularını) izledi. Onun durumu, üstüne varsan da, bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu da böyledir. Artık gerçek olan kıssayı (yaşanmış bu olayı) onlara anlat ki (akledip) düşünsünler. (7-A'râf 176)

İsrailoğullarıyla birlikte birçok ayete genel olarak şahit olan Samiri, toprakta gerçekleşen bu mucizevi duruma da özel olarak şahit olmuştu. Böyle bir ayete şahit olan temiz vicdan ve temiz akıl sahibi bir insanın, hiç kuşkusuz ki iman dolu bir kalple Allah’a yönelmesi ve Allah’ı tenzih etmesi gerekirdi. Çünkü Allah’ın emri karşısında -cansız ve şuursuz gözüken- toprak bile görevini yerine getiriyor, aldığı İlahi emirden sonra üzerindeki en küçük bir ıslaklığa veya hafif bir neme dahi tahammül etmiyor, edemiyordu. Topraktaki bu teslimiyeti gördükten sonra iman dolu bir kalple Allah’a yönelmesi ve Allah’a hamdetmesi gereken Samiri, ne yazık ki hevasına uymuş ve böyle bir imandan sıyrılıp-uzaklaşmıştı!. Musa Aleyhisselam’ın izindeki mucizevi durumu gördükten sonra yüzünü semaya dönerek ve bu mucizeyi yaratan Allah’ı tenzih ederek kendisini, kendi kulluğunu, kendi kimlik ve kişiliğini yüceltmesi gerekirken, ayet-i kerimede de belirtildiği gibi yüzünü mucizeye dönmüş ve hevasına uyarak avucuyla yere saplanıvermişti!.

Mucizeyi yaratan Allah’a değil,

mucizenin yaşandığı toprağa yönelerek, aklını ve fikrini bu olağanüstü toprağa saplayan Samiri, kendisine göre çok sıradışı olan bu mucizevi topraktan bir avuç almış ve büyük bir olasılıkla bu toprağı bir keseye veya bir çıkına koymuştu. Daha sonra deniz geçilmiş ve kendilerini takip eden Firavun orduları bu denizin içine tamemen girince, ikinci bir emir ile deniz kapanıvermişti!. Tabi ki denizin yarılmasında olduğu gibi kapanmasında da, denize ve toprağa verilen ikinci bir emir vardı. Daha açık bir ifadeyle denize kapanması emredilirken, toprağa da artık suyunu yutması ve tutması emredilmişti. Nitekim bu İlahi emir ile deniz kapanmış ve denizin dibindeki toprak da suyunu yutmuştu.

Ancak,
aldığı bu İlahi emri yerine getiremeyen bir avuçluk bir toprak vardı. Samiri’nin kesesinde veya çıkınında bulunan bu toprak, söz konusu İlahi emri almasına rağmen kendi yerinden, kendi bütünlüğünden koparıldığı için bu İlahi emiri yerine getiremiyordu!. İşin daha tuhaf ve daha hazin tarafı, İlahi emri yerine getirememenin safiyane sıkıntısını yaşayan bu toprak, Samiri tarafından eriyen bir madenin içine atılmış ve insanların tapındığı bir put olarak dökülmüştü!. İman ve ihlas ile kendilerini bu bir avuçluk toprağın yerine koyanlar, hiç kuşkum yok ki buzağı heykelinden gelen sesi duymaya ve Tur’dan dönen Musa Aleyhisselam gibi bu sesin o topraktan gelen bir feryat, topraktan gelen bir inilti olduğunu anlamaya başlamışlardır.

Toprak ağlar mı,

toprak inler mi gibi sorular, Kur’an-ı Kerim’de açıkça cevabını bulan sorulardır. Mesela şanı yüce Rabbimiz, Firavun ve orduları boğulduktan sonra;

Onlar için ne gök, ne yer (üzülüp) ağlamadı ... (44-Duhân 29)

buyurarak, yerin ve göğün salih insanlar için ağladığına, ağlayabileceğine açıkça işaret etmiştir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de çok sayıda ayet vardır. Nitekim Musa Aleyhisselam kıssasının yoğunlukta olduğu İsra suresinde de;

Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih etmektedir; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphe yok, O hakim olandır, bağışlayandır. (17-İsra 44)

buyuran Rabbimiz, yeryüzündeki yaratılmış her şey gibi dağların ve taşların bile Allah’ı tesbih ettiklerini ancak biz insanların bu tesbihatı duymadığımızı bildirmektedir.

Davud ve Süleyman Aleyhisselam gibi bazı seçkin kullarına bu tesbihatı duyuran Rabbimiz, İlahi bir deneme gereği topraktan gelen bu feryat ve iniltiyi de İsrailoğullarına duyurmuştur. Dikkat edilirse şanı yüce Rabbimiz İsrailoğullarını bir batıl ile değil, yine bir hak ile denemekte ve onlara hak olan bu feryadı duyurmaktadır. Fakat onlar eşyanın tabiatına aykırı gözüken bu hakkı, bu ayeti, bu mucizeyi, eşyayı yaratan ve mucizelerin yegane Sahibi olan Allah’tan bilmeleri gerekirken; bu mucizeyi kendileriyle konuşmayan, kendilerini bir yola yöneltip-iletmeyen buzağıdan bilmişler ve “İşte sizin İlahınız ve Musa’nın İlahi budur” diyen sapıklara uyarak, bu buzağıya ibadet etmeye başlamışlardır.

Ortaya konulan buzağı böğürdüğü veya böğürtüye benzer bir ses çıkardığı zaman, hiç kuşkunuz olmasın ki bu durumun olağanüstü bir ayet, bir işaret olduğunu en iyi anlayan kişi, yine Samiri’nin ta kendisiydi. Çünkü Samiri, buzağıdan gelen sesin kendisiyle, kendi ilmiyle veya kendi yeteneğiyle hiçbir ilgisinin olmadığını çok iyi biliyordu. Ancak nefs ve hevasına uyan Samiri, Rabbimizin kendisine gösterdiği bu ayeti de anlamak istememiş ve kendisini, sapıklıkta önde gidenlerin küfri tezahüratına bırakmıştı!. Herkesin hayret ve hayranlıkla baktığı böğüren buzağı kendisine, kendi ustalığına nisbet ediliyor ve bu nisbet haksız yere büyüklenen Samiri’nin nefs ve hevasına çok hoş geliyordu!. Hem Samiri’nin ve hem de İsrailoğullarının bu sapkınlığı üzerine, şanı yüce Rabbimizin;

Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu da görseler, onu yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise, onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalan saymaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır. (7-A'râf 146)

buyruğu gerçekleşmiş oluyordu.

Rabbisiyle görüştükten sonra kavmine dönen Musa Aleyhisselam’ın, kardeşi Harun Aleyhisselam’dan farklı olarak buzağıdan gelen bu sesi nasıl tanıdığı ve olayın mahiyetini nasıl anladığı ise elbette ki dikkate alınması gereken bir diğer husustur. Bildiğiniz gibi şanı yüce Rabbimiz Musa Aleyhisselam ile bir perde arkasından konuşmuş ve Musa Aleyhisselam’a ağaçtan seslenilmişti. Tabi ki bu konuşmanın nasıl olduğunu, kendisine ağaçtan seslenilen Musa Aleyhisselam’ın bu sesi nasıl duyup-nasıl anlayabildiğini bilmiyoruz. Musa Aleyhisselam ya bu konuşma ile Harun Aleyhisselam’dan farklı bir duyuma ulaşmış; ya da deniz mucizesi gerçekleşirken, denize ve toprağa yönelik emirler Rabbimizin izniyle Musa Aleyhisselam tarafından verildiği için, şanı yüce Rabbimiz deniz ve toprak ile Musa Aleyhisselam arasında olması gerekli böyle bir duyumsal ilişkiyi gerçekleştirmiştir.

Çünkü olayın sonucuna baktığımız zaman,

Musa Aleyhisselam’ın bütün olup-biteni çok iyi anladığını ve ne yapılması gerektiğini çok iyi bildiğini görüyoruz. Nitekim tekrar ateş yakması, heykeli eritmesi ve içindekileri ayrıştırdıktan sonra bu tozların olayın yaşandığı yerdeki çöle değil, tekrar deniz kenarına dönülerek denize savrulması ve (bunlar yapılmasaydı belki de kıyamete kadar inleyecek olan) bu bir avuç toprağın Allah’ın emrini yerine getirebileceği kendi bütünlüğüne kavuşturulması, Musa Aleyhisselam’ın yaşanan bu olaya ne derece vakıf olduğunu göstermektedir. Elbette ki;

Onların yapmakta oldukları her işin önüne geçtik, böylece onu savrulmuş toz zerreleri kılıverdik. (25-Furkan 23)

buyuran Rabbimizin de yol gösterdiği ve onayladığı bir eylemdir bu.

Yukarıda zikrettiğimiz ve Samiri'yle ilgili olduğunu belirttiğimiz ayet-i kerimelerde, şanı yüce Rabbimiz Samiri’nin dünyevi azabı konusunda köpek örneğini vermiş ve

... Onun durumu, üstüne varsan da bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. ... (7-A'raf 176)

buyurmuştu. Sizlerin de bildiği gibi köpeklerin dillerini dışarı sarkıtarak solumaları, derisinden terleyemeyen köpeklerin, vücutlarını serinletebilmek için ağız yoluyla terlemeleridir. Normal şartlarda üzerlerine gidilip-koşturuldukları zaman dillerini dışarı sarkıtıp solumaya başlayan köpekler, ayette özellikle belirtildiği gibi üzerlerine varılmadığı zaman yani durdukları yerde de dillerini dışarı sarkıtıp soluyorlarsa, bunun yegâne nedeni şiddetli sıcak ve vücutta hissedilen yüksek hararettir. Rabbimizin verdiği bu örnekten hareketle Musa Aleyhisselam’ın Samiri’ye söylediği “Defol git!. Artık sen, bütün hayatın boyunca 'Bana dokunmayın, ne olur benimle temas etmeyin' diye yalvaracaksın.” sözlerini dikkate aldığımız zaman, Samiri’nin gerçekten yakıcı bir hararet içinde olduğunu ve kendisine temas edildiği zaman bu hararetin çok daha fazla yükseldiğini anlamamız zor olmayacaktır.

Peki Samiri’nin karşılaştığı bu dünyevi azabın, acaba kendi eliyle yaptıklarıyla ve özellikle söz konusu toprakla bir ilgisi var mıdır? Bu soruya kesin bir cevap vermemekle beraber, Samiri’nin eriyen madenin içine söz konusu toprağı eliyle atarken, “Suyunu yut” emrine muhatap olan bu toprağa cildinin temas ettiğini ve İlahi emri yerine getirememenin şiddetli zorluğunu yaşayan bu toprağın, temas ettiği vücuda nasıl bir etki yapabileceğini ve vücudun nemini emerek nasıl etkileyebileceğini dikkate almamızda fayda vardır. Bu önemli ayrıntıyı da belirttikten sonra son söz olarak “Allah-u alem” diyor ve kıssayla ilgili bu sözlerimizi bitiriyoruz.

BÖLÜM 6 : Çağdaş Samiri; Deccal!

Evet,

Rabbimizin lutfuyla Samiri’nin gördüğü ayetleri gördükten ve bu kıssayı genel olarak anladıktan sonra, geçmiş müslümanları ve müfessirleri kastederek “Biz onların görmediğini gördük” demekten ve nefsi bir büyüklenmeyle Samiri’ye benzemekten elbette ki Rabbimize sığınmamız gerekir. Hiç kuşkusuz ki bu ayetleri sizlere ve bizlere gösteren, görmemizi ve anlamamızı nasip eden Rabbimizdir. Ayrıca bu ayetleri görmemiz, sevinmemiz gereken bir durum da değildir. Çünkü Samiri’nin de gördüğü bu ayetlerden sonra yüzümüzü tam bir iman ve teslimiyetle Allah’a yönelterek kulluğumuzu yüceltmemiz söz konusu olduğu gibi; sadece gördüklerimize saplanarak zelil ve hakir bir duruma düşmemiz de söz konusudur. Zaten Samiri kıssasını anlamak demek, Allah’ın ayetlerini görmenin bir üstünlük olmadığını ve asıl imtihanın bu ayetleri gördükten sonra başladığını anlamak demektir.

Bizler için çok önemli olan Samiri’nin ve İsrailoğullarının bu imtihanına dikkatle baktığımız zaman, açıkça şahit oldukları ayet ve mucizelerle Tur-u Sina’nın eteklerine kadar gelen bu insanların, şahit oldukları ayetlere karşı büyüklenerek gerekli iman ve teslimiyeti göstermediklerinde, bir başka ayetle yoldan çıktıklarını görüyoruz. Çünkü iman ve teslimiyet, Allah’a kullukla mükellef olan biz müslümanlarda birbirinden ayrılmaması gereken hasletlerdir. Gördükleri ayetlerle iman eden ancak teslim olmayanlar ile, gördükleri ayetlerle teslim olup iman etmeyenler, ne yazık ki gördükleri ancak batıl bir şekilde yorumlayacakları bir başka ayet ile bu tek taraflı ve tek kanatlı iman veya teslimiyetlerini kaybedebilmektedirler.

Allah’tan korkan mü’minler ve müslümanlar olarak, bu çok önemli konuda gerçekten çok dikkatli olmalıyız. Çünkü Rabbimizin izniyle anladığımız ve az da olsa hikmetini kavradığımız bu kıssada, biz müslümanlara verilen en önemli mesaj budur. Ayetlerle hidayet bulanlar, bu hidayete gerekli teslimiyeti göstermedikleri zaman bir başka ayetle yoldan çıkabilmektedirler. Bu çok tehlikeli ve çok riskli durum, hem toplumlar ve hem de kişiler için geçerlidir.

Özellikle Kur’an araştırmalarında bulunan ve Rabbimizin izniyle birçok ayetin hak anlamına vakıf olan müslümanların, anladıkları bu hakka mutlaka ve mutlaka teslim olmaları ve yaşamaya çalışmaları gerekir. Diğer insanların bilmediklerini bilme, görmediklerini görme sevdasıyla sadece ilmi araştırmalara yönelenler ve kendilerini kurtaracak yegâne şey olan iman ve salih ameli unutanlar, her an karşılaşabilecekleri ve hak veçhesini anlayamayacakları veya batıla yorumlayacakları bir başka ayet ile Samiri durumuna düşebilecek insanlardır. Ahir zamandaki ismi Deccal olan bu Samiri’ler, insanlara gösterecekleri sıradışı olaylarla kendileri saptıkları gibi, ne yazık ki geniş halk kitlelerini de saptırabileceklerdir.

Bu kıssanın Rabbimizin lutfuyla günümüzde açıklık kazanması, hiç kuşkunuz olmasın ki kıyamet öncesindeki dünya insanlarının çok yakın zamanda karşılaşabilecekleri çağdaş Samiri’ye yani Deccal’e karşı uyanık ve tedbirli olmalarını amaçlamaktadır. Çünkü kıyamet öncesi bazı hak ayetlerin tecellisiyle karşılaşacak ve bu ayetleri açıkça görecek olan dünya insanları, bu ayetlere gereken iman ve teslimiyeti göstermedikleri zaman İsrailoğullarının durumuna düşecek ve çağdaş Samiri olan Deccal'in göstereceği birkaç sıradışı olayla onun peşine düşecek ve onunla birlikte cehenneme sürükleneceklerdir.

Ahir zamanda tecelli edecek olan ayetlerle hak davet nasıl bir yükseklik kazanacaksa, dünya imtihanının bir gereği olarak batıl davet de bir yükseklik kazanacak ve bu batıl davetin en uç noktasındaki kişi, kendisine Deccal denilen bu azgın olacaktır. Kıyamet öncesi çıkacağı bildirilen bu Deccal ne yaparsa yapsın, insanlara hangi sıradışı olayları gösterirse göstersin, Allah’a ve Allah’ın ayetlerine iman eden insanların dikkat etmeleri gereken husus, bu kişinin hangi yolda olduğu ve insanları hangi yola davet ettiği olmalıdır. Zaten şanı yüce Rabbimizin de Samiri kıssasında böyle bir sıradışı olayla karşılaşan İsrailoğullarına söylediği söz ve buyurduğu İlahi nasihat budur.

Evet,
böğüren buzağı hakkındaki bu çok kısa açıklamadan sonra Samiri olayındaki ayetleri görme sevinciyle değil, Samiri ve takipçilerinin durumuna düşme korkusuyla salih amellere daha sıkı sarılıyor ve iman dolu yüreğimizle Rabbimize yönelerek “Yedi kat gök ve onların örttüklerinin, yedi kat yer ve onların yükselttiklerinin, şeytanlar ve onların saptırdıklarının Rabbi olan Allah’ım. Samiri ve takipçilerinin durumuna düşmekten bizleri koru. Senin himayen güçlü, şanın yücedir. Senden başka İlah yoktur” diyoruz.

12 Mart 2023
insandergisi.com



Yorum Yap


Yorumlar yeniden eskiye doğru sıralanmıştır.
Sıralamayı çevirmek için tıklayınız.

Adem Kolak
05-02-2024 14:14
#5787
Uzun Bir Çalışma

Selamün aleyküm,

Mehmet Abi'nin Bakara olayı ile Buzağı konusunda yaptığı açıklamaları dikkatle okuyup iyice tefekkür ettikten sonra kendime şu soruyu sordum, acaba عِجْلاً (buzağı) ile bakara arasında bir bağlantı var mı? Kelime olarak araştırmaya başladım. Yeni öğrendiğim bir hakikati sizinle paylaşmak istedim. عِجْلاً Araplarda ineğin ilk doğurduğu yavru için kullanılmış yani 0-1 yaş inek yavrusu için عِجْلاً (buzağı) kelimesi kullanılmış. Kur'an'da nasıl ki bakara mevzusu, üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra gerçekleşiyorsa, Allah Azze ve Celle israiloğullarının içinde ineğin yavrusundan gözlerinin önünde inek oluşana kadarki o ilah sevgisini Arapça kelimede de nasıl büyüttüğünü anlayabiliyoruz. Yani Samiri mevzusunda daha inek yavrusu 0-1 yaş arasında iken Bakara mevzusunun sonunda bu buzağı büyümüş ve Bakara ya dönüşmüştür.


Recep Kurt
14-01-2024 19:38
#5782
Samiri

4 ciltlik Taberi Tarih kitabında bu husus teferruatlı bir şekilde anlatılmaktadır. Yalnız bir hususa değinmek istiyorum sonra konuya geçeyim. Antik Mısır olsun. Babil, Sümer menediyeti olsun bu medeniyetleri ilkel değilde gelişmiş bir medeniyet gözüyle ele alarak değerlendirme yapılırsa daha iyi olur. Hz. Yusuf dönemi olsun, Hz Musa dönemi olsun, Hz. Süleyman ve Zulkarneyn a.s olsun bunlar ileri teknoloji ve gelişmiş bir medeniyet gözüyle ele almak lazım. Konumuza dönecek olursak Hz. Musa döneminde simya, sihir, büyü çok yaygın ve gelişmişti. Samiri'de bu simya ilmine hakim birisi olduğu anlaşılıyor. Taberi tarihte detaylı anlatıyor. Firavun gördüğü rüya üzerine kahinler tahtını ve İmparatorluğunu yıkacak birisi gelecek deyince. Ne yapıyor bütün erkek çocukların öldürülmesini istiyor. Hz. Musa kıssasını geçiyorum. Samiri ile ilgili detaya gelmek istiyorum. Firavun'un bu emri üzerine insanlarda korkuyla çocuklarını mağaralarda saklıyordu. Samiri de bunlardan birisi. Bebekken ailesi mağaraya saklıyor. Bununla beraber yine bazı bebeklerde var. Cebrail a.s. Bunların yanına gelip bunlara süt içiriyor. Konuyu uzatmayayim. Kızıldıdeniz'in yarılma mucizesini gören Firavun korkuya kapılıyor. Gitmek için tereddüt ediyor. Hz. Cebrail atıyla geliyor Firavun'u kızıl denize sürüyor. Hz. Cebrail'i Hz. Musa'nin gördüğü gibi samiri de görüyor. Elinden süt içtiği için. Hz. Musa diyor ki samiri bu elçinin atınin ayağını bastığı topraktan bir avuç alırda erimiş bakıra, demire mücevhere vs.. Atarsan altına dönüşür. O topraktan bir avuç alıyor saklıyor. Muhtemelen simya ilmine hakim olduğu için ileri teknolojiye sahip bir buzağı yapıyor ki israilogulları inanmak zorunda kalıyor. Yoksa o kadar mucize görmüş ve Hz. Musa gibi bir Peygambere iman etmiş israilogulları sıradan bir buzağıyı İlah edinmezler.


insandergisi.com :

Sayın Recep Kurt,

Öncelikle konuya göstermiş olduğunuz ilgi için teşekkür ediyor ve sitemizin ana sayfasında görebileceğiniz, merhum Mehmed ALAGAŞ hocamız tarafından kaleme alınan açıklamalardan aşağıdaki bölümü dikkatinize sunuyoruz :

"Bu sitedeki yegâne hedefimiz hakkı anlayan ve yaşamaya çalışan az sayıdaki kardeşlerimizle rivayetlere değil ayetlere dayalı hakkı konuşmak ve paylaşmaktır." Mehmed ALAGAŞ

Tamamen rivayetlere dayalı olan, Kur'an-ı Kerim'de karşılığı bulunmayan ve hem kendi içerisinde çelişkiler barındıran, hem de Yüce Kitabımız'ın birçok ayetiyle çelişen açıklamaları dikkate almadığımızı ve üzerinde konuşmaya değer bulmadığımızı ifade etmek isteriz. Toplam 6 bölümden oluşan bu çalışmayı, sırasıyla ve dikkatle okuyup tefekkür ederseniz, meselenin bu gibi rivayetlerle hiçbir ilgisinin olmadığını İnşallah anlayabilirsiniz.

Anlamadığınız, aklınıza takılan ya da Kur'an-ı Kerim bütünlüğü içerisinde çelişkili olarak gördüğünüz bir konu varsa bize tekrar yazabilirsiniz.

Selametle..


Köksal Şahin
18-07-2023 03:51
#5714
Çağdaş Samirilerle Karşılaştığımız Zaman..

Aleykümselam Zeyd,

Deprem bölgelerine yaptığın ziyaretler esnasında şahit olduğun olayların seni ne kadar etkilediğini biliyorum kardeşim. Lâkin yolumuz uzun, adımlarımız küçük de olsa yürümek mecburiyetindeyiz biliyorsun. İnşallah bu sessizliğinin uzun sürmeyeceğini ümit ediyorum. Lâtif ve Kerim Rabbimiz gönlüne inşirah versin. Her zaman dualarımızda olduğunu bilmeni isterim kardeşim.

**************

Konumuzu kısaca toparlamak gerekirse; en son aşağıdaki soruları sormuştuk :

Bugün biri ya da birileri çıkıp maddenin tabiatına aykırı bir iş ortaya koysa :

- Bu ve benzeri 'mucizevi' durumlar karşısında meseleye nasıl yaklaşılmalı?

- Mucizenin kendisine/varlığına mı bakılmalı?

- Mucizeyi getirene, getirenin kişiliğine mi bakılmalı?

- Mucizeyi getirenin neye çağırdığına mı bakılmalı?

- Nihai olarak ortaya konulması gereken tavır ne olmalı?

İnsanların karşısına çıkıp; maddenin tabiatına aykırı gibi görünen, sıradışı/mucizevi işler ortaya koyanlara/koyacak olanlara karşı 'hak' olan yaklaşımımızı kısaca tek bir soru ile özetleyebiliriz :

Bu kişi ya da kişiler (ya da kurumlar) bizi nereye, hangi yola davet ediyorlar?

Gördüğümüz/göreceğimiz hadiseler ne kadar olağanüstü ya da sıradışı olursa olsun, Allah'ın yolundan ve Kur'an-ı Kerim'den başka nereye, hangi yola davet edilirsek edilelim, bunların tamamından yüz çevirmemiz, ortaya koyacağımız en hayırlı amel olacaktır İnşallah.

Rahman olan Rabbimiz bizi çağdaş Samirilerin, Deccal'in ve Deccal zihniyetinin şerrinden korusun ve böylesi ağır imtihanlarla karşılaştığımız zaman ayaklarımızı sabit kılsın İnşallah..

Selametle..


Fatma Ceren
13-07-2023 15:11
#5711
Böyle

Hayat böyle bir şey Zeyd kardeşim.
Kalanların hüznü mü gidenlerin hüznü mü daha ağır, kıyas bile edilemez.
Rabbim gönlümüze sekinet versin.

Sessiz ama takipteyim.

Konuyla ilgili yorumumu ise daha sonra yapacağım inşallah.


Zeyd Can
08-07-2023 05:13
#5708
Selam, Özür ve Dua..

İnşallah demiş olmama rağmen ikibuçuk aydır yorumumu devam ettiremediğim için ciddiyetle değerlendirmeyi takip eden ve dikkate alan kardeşlerimizden özür diliyorum.. En son "BATIL tepkilerin karşısında gösterilebilecek olan HAK bir tepki elbette vardır ve bizlere öğretilmiştir." demiştim. Niyetim devamında ayetlerden hazırlayacağım bir kolajı paylaşmaktı lakin geçen zaman diliminde gerek yaptığım ziyaretler gerekse hayatımın akışı içerisinde karşılaştığım olaylar ve kişiler beni özünde konumuzdan çok da uzak olmayan bazı düşüncelere ve duygulara sevketti... Yaşadığım bu durumda bir hayr varsa Rabbimden, zaafiyet ve ihmal varsa elbette nefsimdendir.. Belki de "öğretilmiştir" dediğim kısmı öğreniyorumdur..

Kendi adıma Huzur veren bir hüznü yaşadığım bu zaman diliminde biraz daha sessiz takipçilerin arasında kalmak üzere müsadenizi ve duanızı istiyorum.. Değerlendirmeye katkıda bulunan tüm kardeşlerimizden Rabbim razı olsun..

Son bir not;
Konu SAMİRİ olunca DECCAL şöyle dursun, şu çağdaş SAMİRİCİKLER'in dahi toplumların üzerindeki etkisini, bu etki karşısındaki tepkileri gördükçe Hz. Harun'u rahmetle anmadan geçmek olmaz sanırım... Alemler içinde selam olsun O'na..! Selam olsun çaresizliğin hüznüne ve sadakatin huzuruna..!


Mustafa Kayhan
18-05-2023 18:24
#5694
Allah Razı Olsun

Selamun aleyküm.

Köksal kardeşimizin değerlendirmeleri için teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.


Köksal Şahin
17-05-2023 22:30
#5693
Dilini Sarkıtıp Soluyan Köpeğin Durumu Gibi..

Aleykümselam Mustafa abi,

Yorumun ve güzel tespitlerin için teşekkür ederiz. Değerlendirme çalışmamız devam ediyor. Zeyd'in (İnşallah) yapacağı açıklamaları bekliyorduk en son, bu bekleyiş esnasında katılım oldukça devam edeceğiz tabi ki. Konumuz henüz tam anlamıyla nihayete ulaşmadığı gibi, henüz anlaşılamayan bölümlerin olduğunu da bu son yorumundan anlıyoruz.

"Samiri, Musa A.S.'ın verdiği cezaya neden itiraz etmemiştir/edememiştir?"

Öncelikle ilgili bölümü ve ayeti tekrar hatırlamak gerekiyor :

" (Musa) dedi ki 'Haydi (defol) git. Artık sen hayatın boyunca 'Bana dokunmayın!' diyeceksin. Ayrıca senin için kaçıp-kurtulamayacağın bir ceza günü var. Üstüne kapanıp tapındığın ilahına da bir bak. Biz onu yakacağız sonra parça parça ufalayıp denize savuracağız.' " (20-Tâ-Hâ 97)

Dikkat edersek, Musa A.S. Samiri'ye bir ceza vermiyor, Samiri zaten kendi cezasını kendi elleriyle buluyor; Rabbinin "Suyunu yut!" emrine muhatap olan ancak bu emri gerçekleştirebileceği sudan/denizden uzak olan bir avuç kuru toprağı elinde tutuyor, cildine temas ettiriyor! Musa A.S. Samiri'nin dünyevi cezası ile ilgili olarak sadece bir tespitte bulunuyor, cezayı kendisi vermiyor ve Samiri'ye en büyük ceza olarak hesap gününü hatırlatıyor ayrıca.

Samiri'nin gözünü diktiği toprak, denizin ikiye ayrılması esnasında öncelikle "Suyunu bırak!" emrini alıyor Rabbinden. Samiri, bu emre muhatap olmuş ve suyunu bırakmış olan bir avuç kuru toprağa dokunuyor, onu yerden alıyor ve muhtemelen bir şeyin/çıkının içine koyuyor, erimiş madene atacağı güne kadar toprakla başka bir teması olmuyor anlaşıldığı kadarıyla. Bu işi yaparken (toprağı yerden alırken) avucuna aldığı toprağın Samiri üzerinde bir etkisi olmuyor çünkü henüz "Suyunu yut!" emri gelmemiş durumda. Daha sonra ikiye ayrılan deniz kapanırken, toprak ikinci bir emir alıyor Rabbinden ("Suyunu yut!" emri). Bu emri aldığında Samiri'nin cebinde ya da çıkınında olduğu için emri yerine getiremiyor ve bunun sıkıntısını yaşıyor, Rabbinden aldığı emri bir an önce yerine getirebilmek için fırsat kolluyor adeta. Samiri onu erimiş madenin içerisine atmak için avucuna aldığında ise, -verilen emrin gereği olarak- temas ettiği ortamda ne kadar su varsa büyük bir şiddetle kendisine doğru çekmeye çalışıyor. Toprağın temas ettiği ortam Samiri'nin avucunun içi!

Bundan sonrasını tahmin etmek artık çok zor değil herhalde.. Toprak, Samiri'nin cildi üzerinden ulaşabildiği suyu çekmek üzere bir vakum etkisiyle bütün gücünü kullanıyor ve Samiri'nin vücudundaki nemi, belki ter bezlerinin çalışmasını bozacak bir şiddetle emiyor. Bu durumu şöyle örneklendirebiliriz; 19 Volt 1 Amper (19 Watt) değerlerine sahip basit bir adaptörü, 19 Volt 10 Amper (190 Watt) ile çalışan bir cihaza bağlarsak, cihaz adaptörden 10 Amper çekmek isteyecek ancak adaptör en fazla 1 Amper verebileceği için kısa bir süre içerisinde aşırı derecede ısınıp erimeye/yanmaya başlayacaktır. Rabbinden "Suyunu yut!" emrini almış toprağın, Samiri'nin ter bezleri ve vücut nemi üzerinde yaptığı etki de aynı bu şekildedir. Bunu, Samiri'nin kalan hayatı boyunca 'Bana dokunmayın!' diyerek yaşamış olmasından ve Rabbimizin; "... Onun durumu, üstüne varsan da, bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. ..." (7-A'râf 176) benzetmesinden rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Evet Mustafa abi.

Musa A.S. Samiri'ye özel bir ceza vermedi ki Samiri kime ve neye itiraz edebilsin!

Selametle..


Mustafa Kayhan
10-05-2023 21:49
#5690
Nerden Nere?

Selamun Aleyküm,

Soruşturma tamamlandı mı? Yoksa devam ediliyor mu? Acaba "Samiri bundan sonraki hayatı boyunca neden 'Bana dokunmayın!' diyerek yaşayacaktı?" sorusunun yanıtı verildi mi?

1- Samiri, başta, en başta nasıl bir kişi veya kimlik olarak Hz. Musa'nın davetine dahil oldu? Bunun, 'evvel hayır akibet de hayır' düsturuyla ilgisi olabilir mi diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bunun, hak bir açıklama olduğunu da bilmiyorum. Ya da "nerden nereye" diyesim geliyor? Aslında Samiri'nin serüveni, aynı şekilde vahye muhatap olan ve vahye muhatap olanlarla birlikte olan nicelerinin de başına gelebilecek bir durum değil midir? Ya da Samiri kadar olmasa da onun tarzında düştüğümüz nice durumlar, pek de çok değil midir? Samiri, Musa'ya iman edenlerden biridir ta baştan beri. Ya da sihirbazların çok yakınında olan, onların bilgilerine az çok muttali olan, Hz. Musa'nın değeneğinin emre dayalı mucizesini de ayan beyan gören biri olarak hiç yanından, belki de peşinden ayrılmadı. Hatta uzun yıllar Mısır'da Ben-i İsrail'i Firavun'un elinden ve esaretinden kurtarmak için uğraşan Hz. Musa'nın yanından da ayrılmadı. Ona verilen yed-i beyza ve asa mucizeleri yanında Firavun ailesinin sıkıştırıldığı felaketlerin kaldırılmasındaki dualarında da yanındaydı. Mekânı cennet olsun, Mehmet hocamızın isabetle açıkladığı bir avuç toprak mucizesine şahit oldu. Herkes dağlar gibi dalgalara bakarken o gözünü Musa'nın ayağından ve üzerinden damlayan sulardan ayırmadı. Ne olduysa oldu, karşı tarafa geçildiğinde Hz. Musa'dan tanrı isteyenlerin isteğini duyunca birden nevri döndü ve hiç kimsenin aklına gelmeyen bir şeytanlığa kalkıştı, bunda da başarılı oldu ama sınavı da kaybetti. "Nerden nere?" bunun için dedim, demek ki niyet orucumuzu her ne olursa olsun bozmamalıyız. Bozunca da Samirileşeceğimizi, modern Samiri kimliğine dönüşeceğimizi aklımızdan çıkarmayalım.

2- Neden Samiri "Bana bundan sonra kimse dokunmasın!" demek zorunda kalmıştır? Bundan sonraki hayatında neden "bana dokunulmasın" demek durumunda kalmıştır? Hz. Musa'nın yokluğunda buzağı yapmasına ve ondan çıkan böğürtü sesinin duyulara iletilmesine rağmen, yaptığı buzağının yakılıp denize savrulmasına bir şey demeyen-diyemeyen Samiri, Hz. Musa'nın verdiği cezaya neden itiraz edememiştir? Buzağıyı yapan oysa, ötekiler de ona tapmıştır. Ötekiler, bundan nasıl bir cezayla sıyrılmıştır? Onlara bir ceza verilmiş midir? Rabbimiz, neden iki elçinin rehberliğinde olan bu kavmi, açıkça puta tapmalarına rağmen helak etmemiştir? Bu ikinci maddede, neden bunlar değil de Samiri "bundan sonraki hayatımda bana dokunmayın" diyecek? Samiri, suçlu olduğu için mi bunu kabul etmiştir? Neden hiç ses çıkaramamıştır? Acaba Hz. Musa Samiri'nin ne yaptığını, bunu nasıl yaptığını bildiği ve Samiri yüzde yüz suçlu olduğu için mi kesilen cezaya ses çıkaramamıştır? Dokunmak, Samiri'de nasıl bir etki bırakmaktadır? O, suyunu yutan ve böylece ateşi yükselen toprak parçasını aldığı, onunla temas ettiği için mi etkileşim neticesinde adeta sıcaklığı ve vücut ısısı artmaktadır? Yani değdiği toprak parçası, onu kendi özelliğine, suyunu ısıyla kaybeden bir özelliğe mi getirmiştir? Böylece ona dokunulduğunda ısısı mı artmaktadır? Acaba Hz. Musa, Tur dağına giderken değneğine ihtiyaç duymadığı varsayılsa ve değneğini de bir yere saklayarak gitse, Samiri de onu izleyip onunla buzağıya böğürtü özelliği verebildiyse, öylece suçunu örtmeye kalkışsa ve Hz. Musa da bunu bilse veya öğrense, verilen cezaya bence hiç itiraz edemeyeceği ortadadır.

Epey sesli düşündüm galiba. Sınıftakilere dua ediyor, Rabbimizin bizi doğrulara hidayet etmesini niyaz ediyorum, doğrular Rabbimizden, eksikler, hatalar ve yanlışlar nefsimizdendir düstüruyla.


Köksal Şahin
05-05-2023 22:24
#5688
Çağdaş Samiri’ler, Deccal ve Deccal Zihniyeti..

Selamünaleyküm,

"Dünyanın ahirinde aynı şekilde maddenin ya da başka bir şeyin oluşumuna muttali olan biri yani Deccal de modern bir Samiri olarak, ontolojik varlığından ve eşyanın hakikatinden koparılmış bir şeyle veya nesneyle, insanların önüne çıkacaktır."

Mustafa abi sağolsun, tek cümleyle konuyu toparlamış.

Bugün biri ya da birileri çıkıp maddenin tabiatına aykırı bir iş ortaya koysa :

- Bu ve benzeri 'mucizevi' durumlar karşısında meseleye nasıl yaklaşılmalı?

- Mucizenin kendisine/varlığına mı bakılmalı?

- Mucizeyi getirene, getirenin kişiliğine mi bakılmalı?

- Mucizeyi getirenin neye çağırdığına mı bakılmalı?

- Nihai olarak ortaya konulması gereken tavır ne olmalı?

Zeyd kardeşim bu sorulara cevaben güzel bir noktaya getirmiş konuyu. Kendisinden devamını bekliyor ve soruyoruz; hangi yasa?

"Maddenin genel tabiatına aykırı bir durumla karşılaşıldığında gösterilmesi gereken hak tepki, karşılaşılan durumun mahiyeti dikkate alınarak ve bir 'yasa'ya bağlı kalınarak gösterilecek olan tepkidir."

Selametle..


insandergisi.com
01-05-2023 01:45
#5682
İlâhi Yardımın Son Noktada Gelmesi..

Aleykümselam Adem Kardeşimiz,

Öncelikle kısa-güzel özetiniz ve meseleyi anlamaya yönelik yerinde sorunuz için teşekkür ederiz. Sorunuzun cevabını "Kur'an bütünlüğü ve Sünnetullah" şeklinde özetledikten sonra, sözü yine -mekânı Cennet olsun- Mehmed Alagaş hocamıza bırakmak isteriz. Anlaşılmayan ya da açıklanmasını istediğiniz bir nokta olursa tekrar yazabilirsiniz.

-----------

"Bildiğiniz gibi mevcut tarihi rivayetlerin aksine, Musa Aleyhisselam’ın deniz kenarına gelince durmadığını, orada durup “Asanla denize vur” hitabını beklemediğini ve denize girerek su boğazına gelesiye kadar yürüdüğünü söylemiştik. Bunu söylerken hem Kur’an-ı Kerim’deki peygamber tanımından hareketle peygamberlerin kendilerine gösterilen yolda son noktaya kadar gittiklerini ve İlahi yardımın bu son noktada geldiğini dikkate almış, hem de bu Samiri olayını göz önünde tutmuştuk. Çünkü Musa Aleyhisselam denize girip, su boğazına gelesiye kadar denizde yürümeseydi, Samiri İsrailoğullarının görmediği o şeyi göremeyecekti!. Zaten söz konusu tarihi rivayetleri doğru kabul ettiğimiz dönemlerde, Samiri’nin göremeyeceği şeyi biz de görememiş ve bu tarihi olayın mahiyetini anlayamamıştık."

Mehmed ALAGAŞ Beklenen Müslümanlara - Yaratılış ve İnsanlık Tarihi

-----------

"... Musa Aleyhisselam bu düşüncelerle önündeki denize baktı. Gözünün önündeki koskoca deniz, gönlünün içindeki iman ve tevekküle bir kuşku, bir gölge düşürmedi. Firavun ordularını gördükten sonra kendisine “Gerçekten yakalandık” diyen adamlarına, gönlündeki böyle bir iman ve tevekkülle yönelerek, yolundan ve Rabbisinden emin bir sesle "Hayır (yakalanmayacağız). Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir. (26-Şuara 62)” dedi. Önündeki denizi ve arkasındaki Firavun ordusunu görmesine rağmen “Hayır yakalanmayacağız” diyen Musa Aleyhisselam, elbette ki doğru söylüyordu. Çünkü Allah (Celle Celaluhu) kendisine “Mutlaka izleneceksiniz. Ancak size yetişilmesinden korkma ve endişeye kapılma” buyurmuştu. Bu buyruğa iman eden bir mü’min için, Firavun ordusu kendilerini izleyebilir ve çok yakınlarına bile gelebilirdi ama, onlara asla ve asla yetişemezlerdi!.

Böylesi bir iman ve tevekkülle “Rabbim benimle beraberdir ve hiç şüphesiz bana yol gösterecektir” diyen Musa Aleyhisselam, hiç tereddüte düşmeyen emin adımlarla denize doğru yürümeye başladı. Çünkü onun gibi güzel bir müslümana deniz kenarında durması, ayaklarını dahi ıslatmadan durup da beklemesi hiç yakışmazdı. Rabbisi kendisine “Kullarıma denizde kuru bir yol aç” dediğine ve gitmeleri gereken yolun bu denizden geçtiğini bildirdiğine göre; bu Rabbani yolda gidebildiği kadar gidecek, yürüyebildiği kadar yürüyecekti. Belki de İsrailoğulları için denizde kuru bir yol açabilmesi, böyle bir iman ve tevekkülle denize girmesine ve denizde yürümesine bağlıydı!.

Elindeki asa ile denize doğru yürüyen ve denizde ilerlemeye başlayan Musa Aleyhisselam’a, bütün İsrailoğulları hayret ve meraklı gözlerle bakıyorlardı!. Yarı beline kadar sulara gömülen fakat ufka bakan gözleriyle ilerlemeye devam eden Musa Aleyhisselam ne yapıyor, ne yapmak istiyordu ki? Yoksa Firavun korkusuyla veya çaresizlik duygusuyla kendisini öldürmeye, kendisini telef etmeye mi karar vermişti? Bütün bu sorulara bir cevap veremeyen İsrailoğulları, dikkatli gözlerle Musa Aleyhisselam’a bakmaya devam ediyorlardı!.

Musa Aleyhisselam ise kararlı adımlarla yürüyor, yürüdükçe anlaşılması güç duygular içine düşüyordu!. Çünkü denizde ne kuru bir yol açabilmiş, ne de semadan herhangi bir ses gelmişti!. Bütün dünya, bütün kâinat susmuş, hepsi birden pür dikkat kesilmişti sanki!. Vücuduna çarpan suların sesinden başka hiçbir ses duymayan Musa Aleyhisselam, şeytanın yaygarasına ve nefsinin feryatlarına rağmen durmadı, duraksamadı bu yolda. Yürüyordu, Rabbisinin kendisine gösterdiği yolda, bu yolun son noktasına kadar iman ve tevekkülle yürümeye devam ediyordu Musa Aleyhisselam.

Ve sular boğazına kadar yükselmeye başladığında,
iman ve tevekkülle halâ yürümeye devam eden bu kulundan artık razı ve hoşnut olan Allah (Celle Celaluhu), pürdikkat kesilen kâinatın beklediği sese, beklenen nefesi verdi ve “Asanla denize vur. (26-Şuara 63)” diye vahyetti. İlahi yardımın yine son noktada gelmesi, daha önceki kıssalarda gördüğümüz gibi şanı yüce Rabbimizin peygamberlerine yönelik genel bir sünnetidir. İman ve tevekkül boyutundan bizlerin çok önünde olan bu peygamberler, karşılaştıkları imtihanın son noktasına kadar sabır ve sebat ile yapmaları gerekeni yapmışlar, güç ve imkanlarını sıfır noktasına kadar kullanmışlardır. Nitekim İlahi yardım, yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı bu sıfır noktasında kendilerine ulaşmaktadır. “Allah, dağına göre kar verir” sözünden hareket edersek, zirvelerini bile görmekte aciz kaldığımız bu yüce dağların yanında küçücük tepecikler olan bizlerin kaldıracağı bir kar, kaldırabileceği bir yük değildir bu!.

Bu önemli meseleye,
bele lastikten ip bağlandıktan sonra yüksek yerlerden atlayanların yaptıkları bir spordan örnek verebiliriz. Jumping denilen bu sporu yapanların bellerine bağladıkları lastik ipin esneme uzunluğu, atladıkları yükseklikten biraz kısa olmakta ve bu kimseler atladıkları yükseklikten hızla yere düşerlerken, yere üç beş metre kala bu lastik ip onları tutmakta ve yukarı kaldırmaktadır. Televizyonlarda gördüğümüz kadarıyla yüz metre kadar yükseklikten atlayabilen bu insanlar, kendilerini boşluğa bıraktıkları zaman büyük bir heyacan duysalar da, bellerine bağlı olan ipe güvendikleri için fazla korkmamaktadırlar. Çünkü bu lastik ip onları nasıl olsa tutacak, yere çakılmadan önce onları havaya kaldıracaktır.

Gerçek hayatta benzer tehlikeleri yaşayan ve "Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın... (3-Al-i İmran 103)" hükmüne iman eden müslümanların ise böylesi durumlarda bellerine bağladıkları değil, elleriyle ve gönülleriyle tuttukları İlahi bir ip vardır. Bu müslümanlar bazı musibetlerle karşılaşıp, büyük bir hızla çaresizlik boşluğuna düşerlerken bu ipi ve ipin Sahibini düşünürler. Gözleriyle görmeseler de gönülleriyle inandıkları bu ipe ve bu ipin Sahibine güvenirler. Büyük bir hızla çaresizlik boşluğuna düşerlerken ve şeytanın vesveselerine açık olan nefslerinde yere çakılma korkuları dalgalanırken, onlar yere çakılmadan önce Allah'ın yardımının geleceğini umarak tevekküllerini bozmazlar. Çünkü Allah'ın ipini sımsıkı tutmanın ve bu İlahi ipe tutunmanın gereği, bu umudu yitirmemek ve bu tevekkülü bozmamaktır.

Hiçbir kuşkunuz ve kuşkumuz olmasın ki, Allah'ın ipini bırakmayan, umud ve tevekkülünü yitirmeyen mü'minlere bu İlahi yardım mutlaka ve mutlaka gelmektedir. Buradaki değişkenlik mesafede olmakta, İlahi yardım bazı müslümanlara yere yirmi metre kala ulaşırken, bazı müslümanlara yere birkaç metre kala ulaşmaktadır. Bizim anladığımız kadarıyla, İlahi yardımı bekleyen mü'minlerin imani özellikleriyle, keyfiyetleriyle, kapasiteleriyle ilgili bir mesafedir bu. Daha açık bir ifadeyle "Hiçbir nefse güç yetiremeyeceği şeyi yüklemeyen" Rabbimizin İlahi yardımı, bazı kulları yere yirmi metre yaklaşınca gelirken, bazı kulları yere yirmi santim yaklaşınca gelmektedir.

İnsanlık tarihinin birer onur timsalleri olan peygamberlerde ise bu mesafenin sıfıra indiğini ve büyük imtihanlarla karşılaşan bu büyük insanlara, İlahi yardımın adeta sıfır noktasında geldiğini görüyoruz. Mesela bir İbrahim Aleyhisselam örneğini dikkate aldığımız zaman, bu yüce peygambere İlahi yardım ateş bedene, bıçak tene değdiği zaman gelmektedir. Fakat o İbrahim, büyük bir hızla sıfır noktasına gelse de umud ve tevekkülünü yitirmiyor, tuttuğu ipi kesinlikle ve kesinlikle bırakmıyordu. Tabi ki bizlerin takat getireceği bir imtihan, bizlerin dayanabileceği bir mesafe değildir bu. Zaten bu nedenledir ki bizler gibi zayıf mü'minleri, Rabbimiz fazlaca yere yaklaştırmamakta ve rahmet dolu İlahi yardımını daha önce göndermektedir. Çünkü bizlerin ne olup-ne olmadığını hakkıyle bilen Rabbimiz, yere daha fazla, biraz daha fazla yaklaşırsak, yere çakılma korkusuyla umud ve tevekkülümüzü yitireceğimizi, ipi tutan ellerimizin gevşeyeceğini de bilmektedir.

İşte bu sıfır noktasına gelen,
su boğazına kadar gelmesine rağmen “Rabbim benimle beraberdir ve hiç şüphesiz bana yol gösterecektir” diyerek, Rabbisinin kendisine gösterdiği yolda son noktaya kadar iman ve tevekkülle yürüyen Musa Aleyhisselam, bu iman ve tevekkülünde hiç yanılmamıştı. Kendisini gören, kendisini işiten Rabbimiz, gerçekten onunla beraberdi. Nitekim çarelerin ve umudların tükenmeye başladığı bu son noktada “Ey Musa, asanla denize vur” diye vahyetmesi, Musa Aleyhisselam’a rahmet ve merhamet dolu bu İlahi gerçekliği göstermişti.

Artık ne yapacağını biliyor, çok iyi biliyordu Musa Aleyhisselam!. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbimizin “Ey Musa, asanla denize vur” diye vahyetmesi, bu denizde kavmi için kuru bir yolu nasıl açacağını bilemeyen Musa Aleyhisselam için, bilinmezlik karanlığını aydınlatan ve gönlünü ferahlatan bir cevap olmuştu!. Rabbimizin rahmet dolu bu emri üzerine hemen duran Musa Aleyhisselam, hiç beklemeden sağ elindeki asayı havaya kaldırdı.

Ve Allah'ın adıyla havaya kalkan asa,
yine Allah'ın adıyla denizin üzerine indi!. Asanın denize vurmasıyla deniz ikiye yarılmaya başlamış ve her parçası koskoca bir dağ gibi yükselivermişti (26-Şuara 63)!. Eşyanın tabiatına aykırı olan bu hadise, ancak ve ancak bu eşyayı Yaratan Allah'ın dilemesiyle ve Allah’ın emriyle gerçekleşebilecek bir hadiseydi. Yaşanan bu mucizenin Musa ile, Musa'nın koyun güttüğü ve koyunlarına yaprak düşürdüğü asa ile elbette ki bir ilgisi yoktu. Binlerce insanın şahit olduğu bu muhteşem hadise, hiç kuşkusuz ki Musa'yı da, asayı da Yaratan Allah'ın bir ayeti, Allah'ın bir mucizesiydi!."

Mehmed ALAGAŞ Beklenen Müslümanlara - Yaratılış ve İnsanlık Tarihi


Adem Kolak
30-04-2023 03:22
#5679
Yorumun Delili

Selamun aleyküm,

Musa Aleyhisselam'ın denizde sular boğazına varıncaya kadar yürümesinden dolayı elbisesinin ıslandığı, bu ıslaklıktan kaynaklı üzerinden toprağa su damladığı, damlayan bu suyu toprağın kabul etmediği ve Samiri'nin bu mucizeyi o an gördüğünü söylüyor Mehmet abi. Ama Musa Aleyhisselam'ın denizde sular boğazına varıncaya kadar yürüdüğünü Mehmet abi nasıl çıkardı Kur'an'dan? Ben bu sorunun cevabını merak ediyorum.


Mustafa Kayhan
27-04-2023 12:47
#5678
Çıkan Sesin Bir Avuç Toprakla İlgisi Vardır

Selamun aleyküm,

1- Bu değerlendirmede kardeşlerimizin "Buzağı heykelinden çıkan sesle bu bir avuç toprağın ilişkisi var mıydı?" diye sorgulanmasını istediği bir başlık var. Bunu, "vardır" diye cevapladıktan sonra, nasıl bir ilişki olduğu üzerinde düşünmek gerekir. Burada sebeplere dayalı bir mucize olduğu düşünülmektedir. Zira Hz. Musa, Tur'a çıkınca arkasında Hz. Harun'u bıraktığı için hiç endişelenmemiştir. Samiri'nin aldığı bir avuç topraktan da haberi belki de yoktur. Fakat içinde toplumunun puta tapma isteğiyle ilgili bir endişesi vardır ya da olabilir. Çünkü kurtulduktan sonra uğradıkları yerleşim yerinde, ben-i israilin gördüğü puta tapanlarınki gibi bir heykeli Hz. Musa'dan talep etmiştir ben-i israil. Hz. Musa, bu tehlikeyi çok da umursamadan (belki) Tur'a münacata gitmiştir. Harun'a da topluma göz kulak olmasını tembihlemiştir.

2- Yine Hz. Musa ve Harun'un, toplumun yüklerinden aldıkları ziynetleri veya süsleri beraberlerinde taşıdıklarından da haberleri yoktur. Varsa da pek umursamamışlardır. İşte bütün mesele, bu kurtulmak istedikleri ziynet eşyalarından ve onların yakılmasıyla ilgili anlayıştan neşet etmektedir. Bunlar, eritilip bir çukura dökülecek ve böylece onlardan da kurtulmuş olacaklardır. Ama o bir avuç toprak, inleyen madde, hakikatinden koparılmış bu madde, ateşe atılınca eriyen karışım umulmadık bir anlayışın doğmasına yani Samiri'nin içinde gizlediğinin, yani münafıklığının semeresini alacağını düşündüğü bir fikre uç vermiştir. O, ben-i israilin bir heykel isteğini zihninde canlı tutumuş, bir de çıkınındaki topraktan kurtulmak istemiştir. Çünkü onun toprakla ilişkisinde daha önce bu ateşe atmadan evvel bazı durumlarına şahit olmuştur. Bu yüzden hazır ateş yanarken ondan ben de kurtulayım demiştir. Alınan bu toprak parçası, kumsal bir zeminden yani deniz dibinden olduğu için o da daha ziyade kum ve benzerlerinden oluştuğundan farklı bir maden de olabilir. Bu sebeble o bilmediği kum veya toprak parçasından kurtulmak istemiş ve sonuçta eriyen madenin içine atınca nefsi bundan bir heykel dökebileceğini ona fısıldamıştır. Bu fısıltıya uyan Samiri, döktüğü heykelden ses gelebileceğini belki hiç düşünmemiştir? Ama duyulara ulaştırılan bu sesle büyük bir iş yaptığını, Musa'dan istedikleri heykeli, o millete kendisinin yaptığını açıklamış ve "İşte bu tanrınızdır? Musa bunu unutmuştur." demiştir.

3- Bu, ilme veya sebebe dayalı bir mucizedir ve toprakla mutlaka ilişkisi vardır. Bu ilişki, inleyen ve fiziksel gerçekliğinden koparılan bir maddenin yakılan bir ateşe atılmasıyla istenmeyen bir sonuca evrilmiştir. Bunu Samiri belki de düşünmemiştir. Ama sonuçtan da kesinlikle memnun kalmıştır. Nefis kabarmıştır. Ona, maddenin hakikati, eşyanın gerçekliği bu bir avuç toprak vesilesiyle gösterilmiştir. O da bunu, göksel değerlere evireceği veya çevireceği yerde (esasında istenen de budur), tutmuş yersel değerlere ve toprağa veya aşağı şeylere değiştirmiş veya çevirmiştir. Onun gözü, Hz. Musa'nın ardından yürürken de yerdeydi ve yersel değerlerdeydi. Gözü ve gönlü yüce değerlere ve verilen nimetlere bakmadı.

4- Bu yüzden, dünyanın ahirinde aynı şekilde maddenin ya da başka bir şeyin oluşumuna muttali olan biri yani Deccal de modern bir Samiri olarak, ontolojik varlığından ve eşyanın hakikatinden koparılmış bir şeyle veya nesneyle, insanların önüne çıkacaktır. Bu, Deccal meselesi hadislerde geçmektedir. Orada yapacağı iddia edilen şeylerin herhalde bir gözboyacılıkla değil, kendisine gösterilen veya verilen bir şeyi, nefsi ve şeytani amaçlar için işe koşması olacaktır.

Sınıftayım, katkı almaya devam ediyorum.


insandergisi.com
26-04-2023 21:36
#5677
Aleykümselam Adem Kardeşimiz

Mehmed abimizin açıklamadığını düşündüğünüz noktalar nelerdir? Eğer paylaşabilirseniz, meselenin anlaşılması konusunda yardımcı olmaya çalışabiliriz.


Adem Kolak
26-04-2023 11:58
#5674
Doğru Sorular

Selamün aleyküm,

"Düşünmek ne kadar önemliyse konuyla ilgili doğru soruları sormak ve bu doğru sorular istikametinde düşünmek de o kadar önemlidir." (Mehmet Alagaş)

Bu önemli hatırlatmayı yaparak Mehmet abinin bizimle paylaşmadığı ama Kur'an' a sorduğu diğer sorular neydi? Hangi sorular ışığında "bizim Kur'an anlayışımıza göre" diyerek bazı noktaları açıklama gereği duymadı bilmiyorum. Bilmediğim için de yorumları takip etmekten başka bir şey yapamıyorum..


Talha
24-04-2023 16:37
#5671
Selamünaleyküm

Allah'a hamdolsun bir Ramazan ve bayramını daha yaşattığı için... Resullerine ve tabi olanlara selam olsun... Hocamıza da rahmet olsun inşaallah...

Köksal ve Mustafa abiye, Zeyd kardeşime katkılarından dolayı teşekkür ederim... Allah eksikliğinizi göstermesin... Hocamızın vefatıyla bitmeyecek olan meselelere Hak yönleriyle yaklaşımımız daha da bereketlenerek devam etsin inşaallah...

Çağdaş Samirilerin, Deccalin tuzaklarına, düzenlerine karşı bizi uyanık ve sabredici (mücadeleci) kılsın inşaallah...

Dikkatle takipteyim inşaallah...


Mehmed Can
23-04-2023 19:00
#5669
Selamünaleyküm..

40 yıllık yakın dostum, üstadım, hocam olan Mehmed Alagaş hocamıza Rabbim rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun iňşâallah..

Sınıfta bulunan tüm kardeşlerimin bayramını kutlar, katkıları için teşekkür ederim.


Mustafa Kayhan
21-04-2023 17:57
#5666
Ve Aleyküm Selam,

Allah razı olsun. Çağdaş Samiriler konusunu anlamak için sınıfta kaldığımızı ve yazılanları okuduğumuzu bilmenizi isterim. Bayramlarımız da mübarek olsun inşallah. Hata etmemek için veya hataya düşmemek için her şeyi yazmayı da istemiyorum.

Allah'a emanet olunuz.


insandergisi.com
21-04-2023 01:57
#5663
Kısa Bir Ara..

Değerli kardeşlerimiz,

Kendisini rahmetle andığımız hocamızla "Birlikte Değerlendirelim" bölümünü deneme sürecine aldığımızda, sınıf biraz sessiz kalınca kardeşlerimizin hatırlayacağı üzere merhum hocamız şöyle bir yorum paylaşmıştı;

"Birlikte Değerlendirelim dediğimiz bu başlıkta, meseleyi sadece birkaç kardeşimiz mi değerlendirecek? Bu kardeşlerimizin yorumlarına katılıyorsanız ufak bir dua ile katıldığınızı, katılmıyor iseniz bunun Kur’ani gerekçelerini kısaca yazmanız veya meseleyi anlayamadıysanız konuyla ilgili faydalı bir soru sormanız gerekmez mi? Yoksa bu gibi meseleleri, birlikte değerlendirmeye değecek kadar önemli görmüyor veya önemli olsa da düşünmekten bile üşenip yemeklerden sonra tatlı niyetine okuyup-izlemeyi mi tercih ediyorsunuz?

Bizim için önemli değil. Biz zaten uzun yıllardır birçok meseleyi kendi kendimize değerlendirdiğimiz gibi yine kendi kendimize değerlendirmeye devam ederiz. Bu başlığı bir deneme süreci olarak açmamızın nedeni, sizleri ayetleri düşünmeye teşvik etmek ve herhangi bir ayeti Kur’an bütünlüğünde değerlendirirken yerinde soru ve açılımlarla doğru bir yol haritası vermeye çalışmaktı. Tabi ki istenirse.."

Bunun üzerine ses veren kardeşlerine ise;

"Gördüğüm sessizlik karşısında kızmam, üzülmem veya sitem etmem söz konusu değil. Sadece sınıfın boş olup-olmadığını, meseleyi düşünen kardeşlerimin bulunup-bulunmadığını görmek istedim. Artık sınıfın boş olmadığını, yorum yazmasalar bile meseleyi ciddi bir şekilde takip eden kardeşlerimin olduğunu hissediyorum. Teşekkür ederim."

demişti.. Bizler editörler olarak okunma sayıları, arka planda gelen soru ve yorumlar gibi etkenlerden dolayı ilgiyi görüyor olsak da değerlendirmeye katkı veren kardeşlerimiz açısından, vereceğiniz sesin çok kıymetli olduğunu düşünüyor ve gereğini yapacağınızı umuyoruz.

Altıncı ve son bölümü paylaştıktan sonra değerlendirmelerimizin Ramazan Bayramı'na kadar devam edeceğini söylemiştik lakin mübarek Ramazan ayını bereketli geçirmek adına değerlendirmeye açtığımız ve siz kardeşlerimizin katkılarıyla ilerlediğimiz SAMİRİ meselesi açıklık kazanmış olmasına rağmen, 'ÇAĞDAŞ SAMİRİLER ve DECCAL' konusunda henüz söylenecek sözler olduğunu görerek süreci biraz daha uzatıyor,

Bizleri bayrama ulaştıran Rabbimiz'e hamd ederken,

Siz kardeşlerimize saygı ve selamlarımızı sunarak özlenen bayramlara kavuşmayı diliyoruz..


Zeyd Can
20-04-2023 23:01
#5661
Maddeyi ve Tabiatını Yaratanın Yasası

Selamaleykum,
Maddenin genel tabiatına aykırı bir durumla karşılaşıldığında insanoğlunun yaratılışından bu yana verdiği BATIL tepkileri temelde iki başlıkta ele alabiliriz sanırım;

1- "Bu bir sihirdir-büyüdür-ilizyondur-yanılsamadır" vs..
2- "Bu bir keramettir-alamettir-işarettir-mucizedir" vs..

İlk tepkilerdeki kalkış noktasında MADDE'ye ve maddeyi algılayacak olan DUYULAR'a 'MUTLAK' lık izafe eden ve kökü şeytan aleyhillaneye uzanan bir anlayıştan söz edebileceğimiz gibi, ikinci tepkilerdeki kalkış noktasında ise MADDE'ye de maddeyi algılayacak olan DUYULAR'a da neredeyse HİÇ'lik izafe eden ve yine kökü şeytana uzanan bir anlayıştan söz edebiliriz. Zira; "..Beni ateşten yarattın, onu (ise) çamurdan.." (38-Sâd 76) diyerek maddeyi MUTLAK laştırıp olup biten karşısında büyüklenenlere has bir AKIL yürütmesiyle secde emrini yerine getirmeyen de, "..beni (kendisiyle) azdırdığın için..."(15-Hicr 39) diyerek kendi batıl terazisini ve TERCİHİNİ HİÇ e sayıp azgınlaşmasının faturasını olup-bitene, dolayısıyla da Allah'a (cc) kesen de aynı iblistir. İki farklı anlayış biçiminin köküne dair olan bu kısmı kısa tutmaya çalıştığım için kurduğum bağlantının anlaşılması zor olsa da biraz tefekkür edildiğinde ve yorumun sonunda çözüleceğini umuyorum.

Temel olarak iki başlıkta ele aldığım bu tepkileri BATIL yapan şeyin ise, tepkilerin kendisinde değil kalkış noktalarında, sebeplerinde ve de karşılaşılan durumun mahiyetinde aranması gerektiğini de şu örneklerle anlayabiliriz;

Firavun ve onun önde gelen çevresinin karşısına hak geldiği zaman "...Bu elbette apaçık bir sihirdir..."(10-Yunus 76) demeleri BATIL bir tepki olmasına rağmen, Musa A.S.'ın büyücüler atacaklarını attıklarında "..Sizlerin (ortaya) getirdiğiniz sihirdir..."(10-Yunus 81) demesi apaçık HAK bir tepkidir. Ya da;

Allah'ın izniyle Musa'nın attığı asanın kendilerinin attıklarını yuttuğunu gören, önceden sihirbaz olan mü'minlerin "..Bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana karşı seni üstün tutup-tercih edemeyiz..." (20-Tâ-Hâ 72) demeleri HAK bir tepki olmasına rağmen, şartlı bir ilme (bkn-Bakara/102) veya meşru olmayan ilişkilere dayalı (bkn-Cin/6) 'olağan dışı' bir durumla karşılaşanların, "bu bir keramet-işaret-alamet..!" diyerek hiçbir yasaya dayanmadan kayıtsız-şartsız teslimiyet göstermeleri apaçık BATIL bir tepkidir..

Özetle; maddenin genel tabiatına aykırı bir durumla karşılaşıldığında gösterilmesi gereken HAK tepki, karşılaşılan durumun mahiyeti dikkate alınarak ve bir YASA ya bağlı kalınarak gösterilecek olan tepkidir.

İyi de;
Karşılaşılan durumun mahiyeti kime göre nedir?
Hangi kişi hangi duyularıyla değerlendirir?
Duyuları ile duygularını neye göre nasıl ayırır?
Hangi yasalara bağlı kalır ve onları nasıl anlar?
Ve tüm bu bağlantıları nasıl bir eğilimle kurar?

gibi onlarca haklı soru yöneltebileceğimiz bu kadarlık bir kabul yeterince tatmin edici olur mu? Ya da şöyle soralım; kullarına karşı çok merhametli olan ve asla zulmetmeyen Rabbimiz, kişiye göre değişebilecek ve milyarlarca cevabı olabilecek bu ve benzeri soruların muğlaklığına bırakmış olabilir mi HAK ve HAKİKATi..?

Elbette olamaz.. Ve bırakmamıştır da..

Böylesi durumlarda gösterilen temelde iki başlıkta ele aldığım BATIL tepkilerin karşısında gösterilecek olan HAK bir tepki elbette vardır ve bu bizlere öğretilmiştir. Köksal abimin son sorularına cevaben girizgah niteliğinde olan bu yorumum devam edecek inşaallah..


Köksal Şahin
18-04-2023 07:47
#5657
Maddenin Tabiatına Aykırı Durumlar/Olaylar Karşısında Tavrımız Ne Olmalı?

Selamünaleyküm,

Zeyd kardeşim,
Senin de belirttiğin gibi, temelde farklı düşünmüyoruz ama yine de son şerhine istinaden son bir açıklama yapmak gerektiğini düşünüyorum ve tabi ki -varsa- bir hakkım, helâl olsun kardeşim, sen de hakkını helâl et.

Alagaş hocamızın "İlahi bir deneme" olarak ifade ettiği 'buzağı heykelinin ses çıkarması' hadisesi, açık-seçik bir mucizedir. Hocamız bu mucizeyi 'ayet/işaret' olarak da ifade ediyor satırlarında :

“Bu olay gerçekleşinceye kadar onlarca büyük mucize ile İsrailoğullarının iman ve teslimiyetini deneyen Rabbimizin, bu olayda onlara gösterdiği bir ayet ile İsrailoğullarının isyan ve küfrünü denemiştir. Bu nedenle buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması, İsrailoğullarını denemek isteyen Rabbimizin gösterdiği bir ayet, bir işarettir.”

Bu bölümün devamında yine Alagaş hocamız şu soruyu gündeme getiriyor :

"... Dolayısıyle buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarması, Rabbimizin “Ol” hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi değil; İlahi gerçekliğini kendi içinde barındıran ilmi bir ayet veya sıradışı bir hadiseydi. İşte cevaplamamız gereken soru, bu sıradışı olaydaki "İlmi ayet nedir?" sorusudur."

Kıssayı baştan sona ve dikkatle okuduğumuzda şu sonuca ulaşıyoruz :

Samiri kıssasındaki 'ilmi ayet' ya da 'ilme dayalı mucize', buzağı heykelinin ses çıkarmasına sebep olan bir avuç toprağın sıra dışı davranışıdır. Musa A.S.'ın ayak izindeki toprağın, üzerine süzülen suları kendisinden uzaklaştırması bir mucizedir ve Rabbimizin takdiri gereği yalnızca Samiri'nin gördüğü bu mucize (ayet) 'ilme dayalıdır' yani Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de vermiş olduğu malûmata dayanarak, sebep-sonuç ilişkileri içerisinde açıklanabilen bir mucizedir ki Alagaş hocamız da bu sebep-sonuç ilişkilerini tek tek açıklamıştır çalışmasında.

---------------

Hindistan'da meydana gelen 'Milk Miracle/Süt Mucizesi' hadisesinde, -bildiğimiz kadarıyla- tapınakların önünde izdiham oluşturan insanlar, acıkmış irili-ufaklı tanrılarına! yani putlara sadece süt veriyor ve putlar da tonlarca sütü gözle görülür bir şekilde içlerine çekiyorlar. Diğer sıvılarla bir test yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz ancak putların süt verildiğinde gösterdikleri 'davranış' gerçekten sıra dışı. Geçmişte pek de anlam veremediğim bu hadiseye, Samiri kıssasını Mehmed Alagaş'tan okuduktan sonra daha başka bir gözle bakmaya başladım. Eğer bu putların içerisinde; kendi bütünlüğünden koparıldıktan sonra "Suyunu yut!" emrini almış ancak yutabilecek bir su olmadığı için 'beklemede' kalan bir kısım toprak katılmışsa, işte o zaman putların bu 'davranışları' sebep-sonuç ilişkileri çerçevesinde açıklanabilir hale geliyor.

Benim gibi senin de ilk aklına gelen, Samiri'nin aldığı bir avuç toprak olmuş kardeşim. Ancak gayet güzel bir şekilde açıkladığın üzere, Samiri'nin aldığı toprağın küçük bir bölümünün bile günümüze kadar gelmiş olma ihtimali yok. Peki, acaba süt içen putların içerisine/harcına, Nuh A.S. zamanından kalma bir kısım toprak karıştırılmış olabilir mi? Hatırlayacağımız üzere tufanın bitiminde yere; "... Ey yer suyunu yut ..." (11-Hud 44) emri verilmişti. Eğer o emri aldığı halde henüz yerine getirme imkânına sahip olmayan bir kısım toprak, günümüze kadar aktarılmış ve bu putların harcına konulmuşsa.. İşte o zaman bu putlara; süt, su, çay, ... vb sıvı olan ne verirlerse versinler, putların içerisinde bulunan toprak parçaları bu sıvıları bir an önce yutmak isteyecektir, değil mi?

Elbette bu sadece bir tahminden fazlası değil. İnsanların 'mucize' olarak tanımladıkları birtakım sıra dışı ve maddenin tabiatına aykırı durumların/hadiselerin arka planında, aslında ne gibi ihtimallerin bulunduğunu ya da bulunabileceğini anlatmak amacıyla gündeme getirdim bu konuyu.

Samiri meselesinin son bölümünde;

- Bu ve benzer durumlar karşısında meseleye nasıl yaklaşılmalı?

- Mucizenin kendisine/varlığına mı bakılmalı?

- Mucizeyi getirene, getirenin kişiliğine mi bakılmalı?

- Mucizeyi getirenin neye çağırdığına mı bakılmalı?

- Nihai olarak ortaya konulması gereken tavır ne olmalı?

soruları üzerinde düşünmenin ve doğru cevaplara ulaşmanın, İnşallah bizler için hayırlı ve güzel neticeleri olacağını ümit ediyorum..

Selametle..


Zeyd Can
18-04-2023 04:10
#5656
Son Bir Şerh ve Milk Miracle..

Vealeykumselam Köksal abi,

"..Buzağı heykelinin içerisinde bulunan bir avuç toprağın ağlaması, bu ağlama sesi insanlar tarafından duyuluncaya kadar 'tek başına' bir mucize değildir.." diyerek aslında itiraz etme nedenimi güzel ifade etmişsin. Alagaş hocamız, bu duyurma işini ayrı bir mucize olarak nitelendirmek yerine "İlahi bir deneme gereği" ifadesiyle izah ettiğinde bende yerine oturmayan bir taş olmuyordu.. Lakin tüm varoluşlara ve tekamüllere dair imanımızın temeli olan "O'nun izni ve emri" gerçeği kıssa bağlamında yapılan detaylı bir tasnif ile "feryadın duyulması emre dayalı bir mucizedir" şeklinde ayrıca nitelendirildiğinde;

Biri de çıkıp, " demek ki ilme dayalı mucize diye bir şey yoktur, zira onu mucize yapan şey muhataplarına emre dayalı bir olağandışılık verilmesidir" derse makul bir itiraz olmaz mı? Herneyse, temelde birbirimizi anladığımıza göre "teknik detay" gibi görünen bu kısmı uzattığım için helallik istiyor, düştüğüm bu son şerhle devam ediyorum;

'Milk Miracle' hadisesinin gerçekliğini de detayını da bilmiyorum. Lakin kastettiğin bağlantı "o günden bugüne kalmış bir toprak olabilir mi?" düşüncesiyse,   öncelikle sadece süt değil, su vs. gibi serinletici her şeyi emiyor olması gerekir. Şayet sıvı olan her şeyi emiyor ise bu sefer başka sorular doğurup başka testler gerektirecektir. Ama tüm bunların ötesinde;

"... resulün izinden bir avuç (toprak) aldım. Sonra onu (erimiş mücevheratın içine) attım...." (20-Tâ-Hâ 96) diyen samiri "ONU" diyerek aldığının tamamını attığını söylediğine, Rabbimiz de bunu tekzip etmediği gibi Musa A.S.'a gösterdiği yol ile ".. Biz onu yakacağız sonra parça parça ufalayıp denize savuracağız."(20-Tâ-Hâ 97) dedirtirken hiçbir istisna koymadığına göre,

o topraktan günümüze kalan bir kısmın olduğunu düşünemeyiz kanaatindeyim. Bu sebeple de her iki hadise arasında bir bağlantı kurmak barındırdığı anlam ve mesaj açısından mümkün olsa da maddesel anlamda pek mümkün değildir diye düşünüyorum.


Köksal Şahin
17-04-2023 04:59
#5654
Tüm Mucizelerin Sahibi Allah’tır.

Selamünaleyküm,

Mustafa abi,
Sana şimdiye kadar 'kardeşim' diyordum ama yaşça benden büyük olduğunu yeni öğrendim, o yüzden bundan sonra 'abi' diyeceğim. Öncelikle konuya katılımın ve yorumların/soruların için teşekkür ederim, Allah razı olsun..

İsrailoğulları'nın ateşe attıkları şeyin 'süs eşyaları' olduğu ilgili ayette ifade ediliyor :

"(Bir kısmı) dediler ki 'Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik. Fakat o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, biz onları (haramdan kurtulmak için ateşe) attık. Samiri de (elindekini) aynı şekilde attı.' " (20-Tâ-Hâ 87)

Buzağı heykelinin Rabbimizin "Ol!" emri ile 'bir mucize olarak' ortaya çıkması, senin de belirttiğin gibi mümkün değildir. Heykeli Samiri'nin döktüğü yine ilgili ayette ifade edilmiştir :

"Derken onlara (senden bile put isteyenlere) böğüren bir buzağı heykeli çıkardı ve (onlar da) 'İşte sizin de ilahınız, Musa'nın da ilahı budur fakat (Musa) unuttu' dediler." (20-Tâ-Hâ 88)

Musa A.S.'a verilen "Denizi olduğu gibi açık bırak" emri, Firavun ve ordusunun boğulması içindir. Denize verilen emrin o günden bu yana orada yerleşmiş/kalıcı halde bulunması için denizin bugün bile açık kalması gerekirdi, halbuki durum böyle değildir. Ayrıldıktan sonra 'iki ayrı deniz' haline gelen su kütleleri, Rabbimizin emriyle birbirine kavuşmuş ve o günden sonra aralarına bir berzah (engel) konulmuştur ki yerleşik/kalıcı halde olan da bu engeldir ve Firavun'un korunmuş bedeni de burada bulunmaktadır :

23- (Allah) "O halde kullarımı gece (yola çıkarıp) yürüyüşe geçir, muhakkak ki siz takip edileceksiniz" (buyurdu). (44-Duhân 23)
24- Denizi olduğu gibi açık bırak. Onlar (orada) boğulacak bir ordudur. (44-Duhân 24)

90- Biz İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri de azgınlık ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu (Firavun'u) boğacak düzeye erişince "İsrailoğullarının inandığından başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım" dedi. (10-Yunus 90)
91- Şimdi mi (iman ettin)? Oysa sen önceleri hep isyan etmiş ve fesad çıkaranlardan olmuştun. (10-Yunus 91)
92- (Artık) senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için bugün senin bedenini kurtaracağız. Gerçi insanlardan çoğu, Bizim ayetlerimizden gafildirler. (10-Yunus 92)

------------

Mucizeler konusu ve mucizelerin emre-ilme dayalı olmaları, Zeyd kardeşimizin de ifade ettiği gibi, üzerinde konuştuğumuz Samiri meselesinin en kritik noktalarından biridir ve Mustafa abinin önerisi de gayet yerindedir. Bu konuyu İnşallah ilerleyen zamanlarda ayrıca bir değerlendirme konusu olarak ele almak, bence de isabetli olacaktır. Şimdilik kısaca toparlamak gerekirse :

Rabbimizin canlı/cansız varlıklarla ilgili olarak, doğrudan ya da dilediği kulları vasıtasıyla ortaya çıkardığı sıra dışı hallere/hadiselere 'mucize' diyoruz. 'Sıra dışı', 'harikulade' ya da 'maddenin tabiatına aykırı' şeklinde yaptığımız bu nitelemeler tabi ki biz insanların algısına göre yapılmış nitelemelerdir. Sünnetullah gereği, sebep-sonuç ilişkilerinin yürürlükte olduğu bir dünyada yaşıyoruz ve 'sebep-sonuç ilişkileri çerçevesinin dışında' olarak algıladığımız/tanımladığımız her türlü durum ve hadise, görünen sebep ne olursa olsun ve kimin elinden çıkarsa çıksın, bizler için sıra dışıdır, mucizevidir. Evet. Maddenin tabiatına aykırı olan her sıra dışı durum ve hadise bizler için bir mucizedir ve mucizelerin tek bir sahibi vardır; O da şanı yüce Rabbimiz olan Allah'tır.

Rabbimizin bildirdiklerinin dışında, mucizelerin ortaya çıkarılma sürecinin üst planı bizler için gaybi bir konudur. Dolayısıyla mucizeleri emre ve ilme dayalı olarak ikiye ayırmamız, doğrudan Rabbimizin verdiği/vermediği bilgilerle ilgilidir. Eğer Rabbimiz bir mucizenin ortaya çıkma süreci ile ilgili sebepler bildirip detaylar vermişse buna 'ilme dayalı mucize', sebep bildirmeyip detay vermemişse buna da 'emre dayalı mucize' diyoruz. İlme dayalı mucizelerin ortaya çıkış süreçleri, Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de verdiği bilgiler çerçevesinde sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklanabilir ve anlaşılabilir ancak emre dayalı mucizelerde bu mümkün değildir.

Buzağı heykelinin içerisinde bulunan bir avuç toprağın ağlaması, bu ağlama sesi insanlar tarafından duyuluncaya kadar 'tek başına' bir mucize değildir çünkü mucizeler, insanın şahitliği ile birlikte 'mucize' olarak anılabilmektedir. Dolayısıyla buzağı heykelinden çıkan sesin orada bulunan insanlar tarafından işitilir hale gelmesi, Rabbimizin bir mucizesidir ve bu mucize 'emre dayalı' bir mucizedir çünkü Kuran'da bu duyumun nasıl gerçekleştiği yani normal şartlarda duyulmaması gereken bir sesin nasıl duyulur hale geldiği ile ilgili bir açıklama bulunmamaktadır. Bu duyum, Rabbimizin orada bulunan insanların duyularına verdiği emirle mi gerçekleşti yoksa buzağıdan gelen ses dalgalarının frekansı insanların işitebileceği aralığa mı getirildi ya da başka bir şekilde mi yapıldı, bunların hiçbirini bilemiyoruz ki eğer bilmemiz gerekseydi Rabbimiz bildirirdi zaten.

Sonuç olarak; mucize konusunu doğru anlayabilmek, kardeşlerimizin de ifade ettiği gibi, yaşadığımız çağda meydana gelebilecek birtakım sıradışı halleri ve hadiseleri; doğru anlayabilmek, doğru açıklayabilmek ve -en önemlisi- Rabbimizi razı edebileceğimiz doğru tavrı ortaya koyabilmek bakımından hayati bir öneme sahiptir. En kısa şekliyle özetlemek gerekirse; mucize, keramet, istidrac, sihir, büyü, ... vb, adına ne denirse densin ve kim tarafından ortaya konulursa konulsun, maddenin tabiatına aykırı olarak ortaya çıkan ve 'gerçek olan' her durum ve hadise Rabbimizdendir. O her türlü noksanlıktan münezzehtir, Sübhan'dır.

------------

Zeyd kardeşim,
Mucizelerle ilgili ayrımın öneminin farkında olduğunu biliyorum lakin yorumları okuyan kardeşlerimizi de dikkate alarak kısa bir açıklama yapma gereği duymuştum, düzeltmen için teşekkür ederim.

Sorduğum soruya verdiğin cevap güzeldi ama biraz daha geniş düşünebiliriz herhalde.. Mesela bu bir avuç toprağın, Rabbimizin 'suyunu yut' emrine muhatap olmuş ancak yutabilecek bir suya erişimi olmayan bir toprak olduğunu dikkate alabiliriz. Bu toprak öyle şiddetli bir şekilde suya muhtaç ki Mehmed abimizin açıklamaları vesilesiyle ilgili ayetlerden anladığımız kadarıyla, kendisini avucuna alıp cildine temas ettirdiği için Samiri'nin ter bezlerini kurutuyor adeta. Biraz aşağılarda 'Hint Süt Mucizesi (Milk Miracle) ?!' başlıklı yoruma tekrar bak istersen. Eğer orada anlatılan olaylar gerçekse (ki öyle görünüyor), her iki hadise arasında bir bağlantı kurmak mümkün olabilir mi?

Selametle..


Zeyd Can
15-04-2023 05:44
#5653
Ve Aleykumselam

Mustafa abi,
Emre ve İlme dayalı mucize ayrımı meselesini ayrıca değerlendirme önerin örnekleriyle konuşulması ve daha iyi anlaşılması açısından bence de faydalı olabilir. Lakin samiri meselesinin önemi de tam olarak bu ayrımda gizli olduğundan üzerinde hiç durmadan da geçemezdik-geçemeyiz diye düşünüyorum.


Köksal abi,
Aceleye gelen yorumumda "Samiri meselesinin geneli hakkında illaki 'emre dayalı' - 'ilme dayalı' ayrımı yapılmalı mı bilmiyorum?" cümlesini de hatalı kurup muradımı yansıtamamışım. Rahmetli hocamızın gündeme getirdiği bu ayrımın öneminin farkında olduğumu, cümlemin devamındaki ifadelerimden sen de anlamış görünüyorsun. Aslında kastım, birçok sıradışı hadiseyi içinde barındıran bu kıssanın her aşamasını detaylı bir şekilde tasnif etmeye kalktığımızda, her birini ayrı ayrı gerekçeleriyle değerlendirip delillendirmek gerekir düşüncesini ortaya koymaktı. Meselenin odak noktasında samirinin aldığı bir avuç toprak olduğuna ve bu hususta aynı fikirde olduğumuza göre üzerinde çalışmadığım detaylar hakkında yorumda bulunmayı da kendi adıma doğru bulmadığımdan, makul gibi gözüken ve başından beri sadece bir maddesine takıldığım tasnifine değinmiyorum. 

Bir önceki yorumunda sorduğun soruya gelince;
Eğer Samiri, aldığı o bir avuç toprağı ateşe atmayıp saklasaydı ve günümüze kadar gelen bu toprak başka bir heykelin içine karıştırılsaydı. Senin tasnifine göre şayet ALLAH c.c. duyularımıza bir imtihan gereği emretmez ise hiçbir şey duymaz-anlamazdık ama toprak Allah bir yol açıp dilemedikçe kıyamete kadar feryat eder dururdu.. Yok eğer duyulara olan emir de kıyamete kadar olan tüm insanlığı kapsıyor diyorsan devamındaki sorulara da cevap verebilirim. (anlaşılacağı üzere 'feryadın duyulması emre dayalı mucizedir' ifadesi maalesef Alagaş hocamızdan yaptığın alıntıya rağmen bende hala oturmuyor..)

Nasıl da değinmiyorum ama.. :)


Mustafa Kayhan
14-04-2023 14:01
#5652
Selamun Aleykum (İlme ve Emre Dayalı Mucize Ayrımı)

Açıklamalarıyla meseleyi somutlaştıran kardeşlerimizden Rabbim razı olsun. İnşallah bir sonraki sorguda bu konu tartışılsın diye bekliyorum. Tabii platformun da bir gündemi vardır, ancak "Bu ilme ve emre dayalı mucize nedir? Neden bu ayrıma gidilmektedir? Ayrım olmadığında ne tür sorunlarla karşılaşılır? Ayrım olduğunda ne tür avantajları vardır? Mucize meselesinin Kuran bütünlüğünde anlaşılması neden önemlidir?" gibi bir başlık açılabilir mi bilmiyorum. Ben de konuyu tam anlayabilmiş değilim.

.....

Bu denizin kapanmaması veya kapanmasıyla ilgili bir ayette Hz. Musa'ya 'vetrukil bahra rahven' emredilmiştir. Bu, denizin açık bırakılması ve suya verilen bir emrin o gün bugün orada yerleşmiş olması demektir. O zaman burada hem iki denizin salıverilmiş ve kavuşması engellenmiş olması mucizesi saklanmış ve hem de ordularıyla boğulan Firavun'un bedeni korunmuştur.

.....

Ben-i israilin o kavimden alıp da yanlarında bulundurdukları ve daha sonra lüzumsuz görüp de ateşe attıkları şey ne olabilir? Ateşe atıldığına göre ya odun cinsindedir ya da değildir. Odun cinsinden değilse ya maden cinsindendir ya da değildir. Maden cinsinden ise eriyebilirdir ve yakılan ateşte erime seviyesi düşük bir maden veya o madenden yapılmış süs, ziynet ve madeni paralar olabilir. Eriyen malzemeye ağlayan ve bir avuç olarak Samiri'nin çıkınında bulunan toprak atılarak kendiliğinden mi buzağı oluştu yoksa bu işte ustalığı olan yani maddeleri eriterek kalıba döken Samiri kendi iradesiyle bir heykel mi yaptı? Hazır erimiş bir madde varken onu kalıba mı döktü? Zaten o böylece, ben-i israilin zihinlerinde halâ var olan ve denizden kurtulduktan sonra "bize de bunların ilahları gibi bir ilah yapsana ey Musa" diyen ben-i israile de tercüman mı oldu? Yani bu buzağı heykeli nasıl oluştu veya emre dayalı olarak mı oluştu? Yani Allah, o insanlara buzağı heykelini mi mucize olarak yarattı? Böyle düşünülemez galiba.

Takipteyim. Doğrular Rabbimizden hatalar da nefsimizdendir.


Köksal Şahin
13-04-2023 07:53
#5651
Neden Mucizeleri ’Emre ve İlme Dayalı’ Şeklinde İkiye Ayırıyoruz?

Selamünaleyküm Zeyd kardeşim,

Kıssayı gayet güzel anlamışsın ve gayet de güzel açıklıyorsun bence. Sadece biraz aşağıdaki yorumumda yazdığım "Feryat eden buzağı heykelinin sesinin insanlar tarafından duyulması yine emre dayalı bir mucizedir." cümlesini tam olarak nereye oturtacağına karar verememişsin anladığım kadarıyla.

Tüm hadiseyi başından sonuna kadar takip ettiğimizde, sırasıyla şu mucizelerle karşılaşıyoruz :

1- Denizin ikiye ayrılması (emre dayalı mucize).
2- Açılan yolda bulunan balçık halindeki toprağın suyunu atması ve tamamen kuru bir hale gelmesi (emre dayalı mucize).
3- Denizin kapanması (emre dayalı mucize).
4- Deniz tabanındaki kuru toprağın suyunu tekrar geri alması ve eski haline dönmesi (emre dayalı mucize).
5- Buzağı heykelinin içerisinde bulunan bir avuç toprağın feryat etmesi (ilme dayalı mucize) ve toprağın bu ağlayışını orada bulunan insanların duyması (emre dayalı mucize).

Buzağı heykelinin böğürmesinin iki yönü vardır; birincisi buzağı heykelinin içerisinde bulunan -kendi bütünlüğünden koparılmış- bir avuç toprağın ağlaması, ikincisi ise bu feryadı orada bulunan insanların duymalarıdır. İnsanların bu sesi duyabiliyor olmaları normal şartlarda (maddenin tabiatı gereği) mümkün değildir ancak Rabbimiz bu sesi imtihan gereği onlara duyurmuştur ki bu duyurma da 'emre dayalı' bir mucizedir.

Mehmed abimiz bu konuyu beşinci bölümde şu şekilde anlatıyor, tekrar okursan herşey yerli yerine oturmuş olacaktır İnşallah :

--------------
"Toprak ağlar mı, toprak inler mi gibi sorular, Kur’an-ı Kerim’de açıkça cevabını bulan sorulardır. Mesela şanı yüce Rabbimiz, Firavun ve orduları boğulduktan sonra;

"Onlar için ne gök, ne yer (üzülüp) ağlamadı ..." (44-Duhân 29)

buyurarak, yerin ve göğün salih insanlar için ağladığına, ağlayabileceğine açıkça işaret etmiştir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de çok sayıda ayet vardır. Nitekim Musa Aleyhisselam kıssasının yoğunlukta olduğu İsra suresinde de;

"Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih etmektedir; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphe yok, O hakim olandır, bağışlayandır." (17-İsra 44)

buyuran Rabbimiz, yeryüzündeki yaratılmış her şey gibi dağların ve taşların bile Allah’ı tesbih ettiklerini ancak biz insanların bu tesbihatı duymadığımızı bildirmektedir.

Davud ve Süleyman Aleyhisselam gibi bazı seçkin kullarına bu tesbihatı duyuran Rabbimiz, İlahi bir deneme gereği topraktan gelen bu feryat ve iniltiyi de İsrailoğullarına duyurmuştur. Dikkat edilirse şanı yüce Rabbimiz İsrailoğullarını bir batıl ile değil, yine bir hak ile denemekte ve onlara hak olan bu feryadı duyurmaktadır. Fakat onlar eşyanın tabiatına aykırı gözüken bu hakkı, bu ayeti, bu mucizeyi, eşyayı yaratan ve mucizelerin yegane Sahibi olan Allah’tan bilmeleri gerekirken; bu mucizeyi kendileriyle konuşmayan, kendilerini bir yola yöneltip-iletmeyen buzağıdan bilmişler ve “İşte sizin İlahınız ve Musa’nın İlahi budur” diyen sapıklara uyarak, bu buzağıya ibadet etmeye başlamışlardır."
--------------

"Samiri meselesinin geneli hakkında illa ki 'emre dayalı' - 'ilme dayalı' ayrımı yapılmalı mı bilmiyorum?" soruna cevaben :
Allah'ın mucizelerini bir tasnif merakıyla kategorize etme peşinde değiliz elbette. Bu ayrımı yapmayı ve buna neden ihtiyaç duyduğumuzu -mekânı Cennet olsun- Mehmed abiden öğrendik. Şöyle ki; ilme dayalı bir mucizeyi emre dayalı, emre dayalı bir mucizeyi ise ilme dayalıymış gibi değerlendirmek, Kur'an-ı Kerim'i anlamaya ve yaşamaya çalışan müminlerin şiddetle sakınması gereken bir yaklaşımdır. İlme dayalı bir mucizeyi emre dayalıymış gibi düşünürsek, konuyu Kur'an-ı Kerim bütünlüğü çerçevesinde araştırıp anlamaya çalışmak yerine "Allah 'Ol' dedi, oldu. Fazla kurcalamaya gerek yok." şeklinde bir yaklaşım geliştirilebiliriz. Aynı şekilde, emre dayalı bir mucizeyi ilme dayalıymış gibi ele alırsak, bu kez de Rabbimizin sebep ya da illet belirtmediği konuları, haddimizi aşarak ve işgüzarlık yaparak -gereksiz- açıklama çabaları içerisine girebiliriz ki her iki yaklaşımdan da Rabbimize sığınırız..

--------------

"Heykel için hazırladığı eritilmiş madene çıkınındaki bir avuç toprağı atan Samiri, karşılaşacağı sıradışı olayın ne olacağını kendisi biliyor muydu ki?" soruna cevaben :
Samiri'nin, Musa A.S.'ın ayak izinden bir avuç toprak alırken, ne toprağın o sıradışı davranışına bir anlam verebildiğini ne de bu toprağın buzağı heykeline karışması halinde neler olabileceği hakkında bir fikri olduğunu zannetmiyorum. Musa A.S.'a hesap verirken yaptığı savunma şöyleydi :

"... Nefsim böyle yapmayı bana hoş gösterdi." (20-Tâ-Hâ 96)

Evet. Sadece bu kadar düşünebilen! bir karakterden fazlası değildi Samiri..

--------------

Son Bir Not : Şimdi tam yorumu gönderecekken, az önce yazdığın yeni yorumu gördüm. Sen beni güldürdün, Allah da seni güldürsün kardeşim. Yazdığın şu özet cümle her şeyi yerli yerine oturttuğunu gösteriyor, çok da güzel ifade etmişsin, Allah razı olsun :

"Allah, orada bulunan insanların duyularına bir emirle izin vermeseydi buzağı böğürüyor olmasına rağmen duyamazlardı. Buradan hareketle de buzağının böğürmesini İLME, duyulmasını ise EMRE dayalı mucize olarak nitelendiriyoruz.."

--------------

Selametle..


Zeyd Can
13-04-2023 07:18
#5650
SübhanAllah... Jetonum yeni düştü.. :)

Köksal abi,
Ne demek istediğini yeterince açık ifade etmiş olmana rağmen ben daha yeni anladım.. Aslında bir kaç kez okumadan aceleyle pek yorum yapmazdım ama bu kez öyle yapmışım sanırım. Neyse olanda vardır bir hayr diyelim..

Anladığım kadarıyla sen, "Allah orada bulunan insanların duyularına bir emirle izin vermeseydi buzağı böğürüyor olmasına rağmen duyamazlardı" diyorsun. Buradan hareketle de buzağının böğürmesini İLME, duyulmasını ise EMRE dayalı mucize olarak nitelendiriyorsun..

Bilemedim.. En iyisi ben acele etmeden biraz daha düşüneyim..


Zeyd Can
13-04-2023 03:02
#5648
Vealeykumselam Köksal abi,

Furkan Suresi-23'üncü ayet ile ilgili açıklamaların için teşekkür ederim. Aslında ben de samiri meselesine genel yaklaşımı değiştirmeyecek olmasından dolayı 'küçük bir detay' ifadesini kullanmıştım. Kaldı ki ALAGAŞ'da konuyla direk bağlantılı olduğunu iddia etmemiş, "Rabbimizin de yol gösterdiği ve onayladığı bir eylemdir bu." diyerek ayetin meseleyle zarif bir bağlantısı olduğunu yine zarif bir cümleyle ifade etmiş..

Silkelemek haddimize değil belki ama beşeri metinlerin aralarına ayetler, hatta bazen ayetlerin bir kısmının yerleştirildiğine şahid olunduğunda, sırf yanında sure ismi ve numarası var diye 'ıslak imza ile onaylanmış resmi yazı' muamelesi yapıldığını da geçmiş dönemlerde olduğu gibi bu çağda da sıklıkla görüyoruz. Bu sebeple en sevdiğimiz yakinen tanıdığımız insanların dahi paylaşımlarını değerlendirirken göstermemiz gereken hassasiyetin altı çizilsin istedim..

--------------

Mustafa abiye cevaben yazdığın son yoruma dair şu cümleyi sehven kurmadıysan biraz daha açmak ya da bir daha düşünmek gerekir sanki;

"buzağı heykelinin böğürmesi (feryat etmesi) ise ilme/sebebe/illete dayalı mucizelerdir. Feryat eden buzağı heykelinin sesinin insanlar tarafından duyulması yine emre dayalı bir mucizedir."

Neticede samirinin yaptığı şey emre dayalı hak bir ayeti görüp, beşeri ilmi ve bilgisiyle gördüğü ayeti harmanlayarak buzağı heykelini oluşturmak. Yeri gelmişken yorumunun sonunda sorduğun soruya atıf yaparak ben de sorayım; (ki onun bendeki cevabını ayrı bir yorumda vericem nasipse) Heykel için hazırladığı eritilmiş madene çıkınındaki bir avuç toprağı atan samiri karşılaşacağı sıradışı olayın ne olacağını kendisi biliyor muydu ki?  :)

İtirazıma gelince; "Samiri hadisesi, hem ilme hem de emre dayalı mucizelerin bir arada yaşandığı sıradışı bir hadisedir.." dedikten sonra "..Feryat eden buzağı heykelinin sesinin insanlar tarafından duyulması yine emre dayalı bir mucizedir." diye bitirmene takıldım,

Zira desek ki,
"Denizin yarılması ve birleşmesini ayrı tutup sonrasına bakarsak aslında burada birbirine bağlı iki ayrı mucizeden söz ediyoruz." O zaman bu mucizelerden biri TOPRAK diğeri BÖĞÜREN BUZAĞI olur.. İlk mucizeyi sadece samiri görmüştür ve emre dayalı bir mucizedir, ikinci mucizeyi ise samiri, israiloğulları ve Harun A.S görmüştür/duymuştur bu da ilme dayalı bir mucizedir. Bu durumda "Feryat eden buzağı heykelinin sesinin insanlar tarafından duyulması yine emre dayalı bir mucizedir." ifadesi oturmuyor. !?

Ya da desek ki,
Yine denizin yarılması ve birleşmesini ayrı tutarak söylüyorum; "Ortada bir mucize var o da emre dayalı olan toprağın feryadıdır diğer hadiseler bu mucizeden kaynaklı sapmalar ve saptırmalardır." (ki bana bu çok yeterli gelmiyor) O zaman da "Samiri hadisesi, hem ilme hem de emre dayalı mucizelerin bir arada yaşandığı sıradışı bir hadisedir." cümlesi de "..buzağı heykelinin böğürmesi (feryat etmesi) ise ilme/sebebe/illete dayalı mucizelerdir.." cümlesi de boşa düşüyor.. !?

Bi yeri atlıyorum ama nereyi çözemedim :) 

Mesela ALAGAŞ 4.bölümde;
"Peki, Samiri'nin o toprakta gördüğü mucizevi durum nedir? İşte bu önemli sorumuzun, önemli cevabını bulabilmemiz için, yine Kur’an-ı Kerim bütünlüğünde Rabbimizin tüm mucizelerini gözden geçirmemiz gerekir. Rabbimizin Kur’an’da zikrettiği mucizelerin bir kısmı ilime, sebeb ve illete dayanırken; maddenin tabiatına aykırı mucizeler ise sadece Rabbimizin söz konusu maddeye yönelttiği kesin emire dayanmaktadır."

derken, 3. bölümde ise şöyle demiş;
"İsrailoğullarına Rabbimiz tarafından gösterilen bu ayet; hiçbir sebeb veya illete dayanmadan, Rabbimizin sadece “Ol” hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi midir? Bunun muhal olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Rahman olan Rabbimiz put yerine konulan bir heykele “Ol” hükmüyle böğürme sesi vermekten münezzeh olduğu gibi; şayet buzağının böğürmesi sadece “Ol” hükmünden kaynaklansaydı, Samiri’nin elçinin izinden bir avuç alması ve onu ateşe atması gibi verilen bilgilerin hiçbir önemi kalmazdı. Dolayısıyle buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarması, Rabbimizin “Ol” hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi değil; İlahi gerçekliğini kendi içinde barındıran ilmi bir ayet veya sıradışı bir hadiseydi. İşte cevaplamamız gereken soru, bu sıradışı olaydaki "İlmi ayet nedir?" sorusudur."

Samiri meselesinin geneli hakkında illaki 'emre dayalı' - 'ilme dayalı' ayrımı yapılmalı mı bilmiyorum? Ama "hem ilme hem de emre dayalı mucizelerin bir arada yaşandığı sıradışı bir hadisedir." cümleni çok yerinde bulmuştum. Ve anladığım şuydu;

Toprağın tuhaf davranışını gören samiri "EMRE DAYALI" bir mucizeye şahid oluyor. Bu tuhaf topraktan kendisine bir paye çıkacağını düşünüp planlayarak çıkınına katıyor.  Sonrasında ise Allah'ın imtihan gereği verdiği izinle, çıkınındaki mucizeyi kullanan samirinin eliyle "İLME DAYALI" bir mucize ortaya konuyor. Kendi imtihanını emre dayalı ayeti ilk gördüğünde kaybeden samiri, böylelikle artık israiloğullarının imtihanı oluyor..!

İnsanı "ACİZ BIRAKAN", izahı kısmen samiri'de ve künhüyle Musa A.S.'da olan bu hadise karşısında israiloğulları bu duruma kayıtsız şartsız teslim olurlarken, hadisenin mahiyetini yeterince bilmese de Rabbini tanıyan ve bunun bir İMTİHAN olduğunu bilen Harun A.S ise, itiraz edip uyararak kayıtsız şartsız teslimiyetin sadece ALLAH'a gösterileceğini haykırıyor.

Bilmiyorum, yanlış mı anlamışım? 


insandergisi.com
13-04-2023 01:16
#5647
6. ve Son Bölüm Yayında

Selamünaleyküm,

Bugün itibariyle altıncı ve son bölümü yayına almış bulunuyoruz değerli kardeşlerimiz. Rabbimizden bu çalışmalarımızı makbul kılmasını, yaptığımız alıntıların ve birlikte yaptığımız değerlendirmelerin maksadına ulaşmasını diliyoruz.

Ramazan Bayramı'na kadar geçecek süre zarfında değerlendirmelerimiz devam edecek İnşallah. Konuyla ilgili değerlendirmede bulunmak için tüm bölümlerin yayınlanmasını bekleyen kardeşlerimiz de yorumlarını bizlerle paylaşabilirler.


Köksal Şahin
12-04-2023 08:40
#5645
’İlme Dayalı Mucize’ İle ’Emre Dayalı Mucize’ Arasındaki Fark

Selamünaleyküm,

Mustafa kardeşim,
Musa A.S. asasıyla denize vurduğunda 'toprağa ve suya' değil, 'toprağa ve denize' iki ayrı emir veriliyor. Denize, ikiye ayrılması ve insanları karşı kıyıya ulaştıracak şekilde güvenli bir yol açması emredilirken, açılan yoldaki toprağa ise suyunu tamamen bırakması ve kuru bir hale gelmesi emrediliyor. Daha sonra denize kapanması, toprağa da suyunu tekrar geri alması emrediliyor. Deniz kapanırken, iki ayrı parçaya ayrılmış olan bölümlerin (iki deniz) tekrar birbirine karışmaması için araya bir berzah (engel) konuluyor ki bu konu ve önemi, Mehmed abinin 2012 ve İki Deniz Arası kitabında detaylıca anlatılıyor.

İkinci bölümdeki soru ve görüşleriniz hakkında;
Mehmed abimizin şu açıklamasını doğru anlayabilirsek, cevaplara hızlıca ulaşmamız mümkün olacaktır İnşallah :

"Rabbimizin Kur'an'da zikrettiği ayet ve mucizelerin bir kısmı ilme, sebeb ve illete dayanırken; maddenin tabiatına aykırı mucizeler ise sadece Rabbimizin söz konusu maddeye yönelttiği kesin emire dayanmaktadır."

Rabbimiz bir mucizenin oluş şekli ve nedenleri hakkında detaylar verip sebepler gösteriyorsa bu 'ilme dayalı' mucizedir. Eğer mucize maddenin tabiatı ile ilgiliyse ya da detay ve sebep verilmiyorsa bu da 'emre dayalı' mucizedir.

Samiri hadisesi, hem ilme hem de emre dayalı mucizelerin bir arada yaşandığı sıradışı bir hadisedir. Denizin ikiye ayrılması ve tekrar birleşmesi, açılan yoldaki toprağın suyunu bırakması ve tekrar geri alması emre dayalı, buzağı heykelinin böğürmesi (feryat etmesi) ise ilme/sebebe/illete dayalı mucizelerdir. Feryat eden buzağı heykelinin sesinin insanlar tarafından duyulması yine emre dayalı bir mucizedir.

Bu noktada sınıf arkadaşlarımıza bir sorum olacak :
Eğer Samiri, aldığı o bir avuç toprağı ateşe atmayıp saklasaydı ve günümüze kadar gelen bu toprak başka bir heykelin içine karıştırılsaydı..
Bu heykelden ne gibi sıradışı bir davranış beklenirdi?
Bu sıradışı davranışın adı ne olurdu; mucize, keramet, istidrac, sihir, büyü, ... vb?

Selametle..


Köksal Şahin
11-04-2023 07:27
#5643
Savrulmuş Toz Zerreleri

Selamünaleyküm,

Zeyd kardeşim ben de ilk başta, ilgili ayetle sonraki cümle ve konu arasında doğrudan bir bağlantı görememiş ama meselenin ana ekseniyle ilgili olmadığı için çok da sorgulamamıştım o zaman. Şimdi senin bu konuyu gündeme getirmen ve anlamaya çalışman bence çok değerli. Bizi de şöyle bir silkelemiş oldun, Allah razı olsun..

21- Bize kavuşmayı ummayanlar "Bize meleklerin indirilmesi ya da Rabbimizi görmemiz gerekmez miydi?" dediler. Andolsun ki onlar kendi nefislerinde büyüklüğe kapıldılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar. (25-Furkan 21)
22- (indirilmesini istedikleri) melekleri görecekleri gün mücrimlere (suçlu-günahkarlara) hiçbir sevinç haberi yoktur. O gün (melekler onlara, size artık sevinmek) "Yasaktır, yasak" derler. (25-Furkan 22)
23- (İyi de olsa) onların yaptıkları her işin-amelin önüne geçerek (hakka ve niyetlerine göre boşa çıkararak) onu savrulmuş toz zerreleri kılarız. (25-Furkan 23)

Furkan Suresi'nin 21. ayetinde bahsi geçen ve "Bize meleklerin indirilmesi ya da Rabbimizi görmemiz gerekmez miydi?" talebinde bulunanların Ehl-i Kitap/İsrailoğulları olduğu, ayetlerin öncesinden, sonrasından ve Kuran bütünlüğü çerçevesinde anlaşılmaktadır. Bildiğimiz üzere, Ehl-i Kitab'ın bir bölümü İsrailoğulları'nın torunları aynı zamanda ve atalarından pek de geri kalmıyorlar anladığımız kadarıyla :

153- Kitab ehli, senden kendilerine gökten bir kitab indirmeni istiyor. Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişler ve "Bize Allah'ı açıkça göster" demişlerdi. Böylece zulümlerinden dolayı onlara yıldırım çarpmıştı. Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra buzağıyı (ilah) edinmişlerdi. Onları bundan dolayı da affettik ve Musa'ya apaçık bir hüccet (ispatlayıcı bir delil) verdik. (4-Nisâ 153)
154- Kesin söz vermeleri için Tur'u (dağı) üstlerine yükselttik de onlara "Bu kapıdan secde ederek girin" dedik ve onlara "Cumartesi gününde haddi aşmayın" da dedik. Kendilerinden kesin bir söz aldık. (4-Nisâ 154)
155- Ancak sözlerini bozmaları, Allah'ın ayetlerine karşı küfre sapmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve "Kalplerimiz örtülüdür" demeleri nedeniyle (onları lanetledik.) Doğrusu Allah, küfürleri sebebiyle ona (kalplerine) mühür vurmuştur. Pek azı dışında onlar inanmazlar. (4-Nisâ 155)

Dolayısıyla bu insanların yaptıkları işlerin önüne geçilerek, bütün bu işlerin savrulmuş toz zerreleri kılınması, hem kendilerine hem de atalarına yani İsrailoğulları'na isabet eden bir cezalandırmadır. Furkan Suresi'nin 23. ayetinde, bu insanların yaptıkları işlerin boşa çıkarılması ve bu işlerin 'savrulmuş toz zerreleri' olarak ifade edilmesi, ilk bakışta mecaz ya da teşbih (benzetme) gibi görünse de Samiri kıssasından bildiğimiz üzere, Musa A.S.'ın yokluğunda yaptıkları iş (böğüren buzağı heykeli) gerçek anlamda toz zerreleri haline getirilmiş ve denize savrulmuştur. Mehmed abimizin "Rabbimizin de yol gösterdiği ve onayladığı bir eylemdir bu." derken kastettiği bağlantı budur.

En doğrusunu Allah bilir.

Selametle..


Mustafa Kayhan
09-04-2023 23:00
#5639
Selamun Aleyküm / Topraktaki Mucize Ama Nasıl Olabilir?

1- Şimdi topraktaki ve sudaki mucize nasıl gerçekleşmiştir, diye düşündüğümde bazı şeylerin halâ yerli yerine oturmadığını zannediyorum. Hz. Musa A.S. asasıyla denize vurunca burada Hz. Musa üzerinden suya ve toprağa verilen iki emir olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Toprağa suyunu yutması emri verildiğinde deniz suyuna ne emri verilmiştir? Su, soğutularak buz haline mi getirilmiştir veya iki deniz arasına konulan berzah mıdır? İki deniz arasına konulan berzah emri, halâ geçerliliğini sürdürmektedir. Hz. Musa'ya bir de denizi açık bırakması da emredilmiştir. Buraya Firavun'un cesedi değil bedeni gömülmüş ve iki deniz arasına da bu asayla oluşturulan berzah konulmuştur. Yani bu engel, göklerin ve yerlerin yaratıldığı zamandan beri olan bir şey değil, daha sonra Hz. Musa'nın asasını denize vurmasıyla Rabbimizin oraya yerleştirdiği veya yarattığı bir esrarengizlik olarak sürmektedir.

2- İkinci olarak toprağa verilen suyunu yut emrinin, bir de toprağa verildiğini düşünebilir miyiz? Mesela bu bağlamda Hz. Salih'in toplumuna çıkarılan kayadan yaratılan deve örneği, bu manada ilme veya sebeplere bağlı bir mucize midir? Ben onun toprağa verilen bir emir sonucunda gerçekleştiğini düşünüyorum, toprağın deveye dönüştüğü görülmüş ve tarihen de sabit olmuştur. Bu durumda kıyamet öncesinde topraktan var edilecek 'dabbe min-el ard' da bunun gibi toprağa verilen bir emirle mi var edilecektir? Neml suresinde bu durum geçmektedir. Yanlışlıkla bu 'dabbet-ül arz' olarak isimlendirilmiştir. Ancak yapılan incelemede bunun için 'dabbe min-el ard' ifadesinin kullanıldığına şahit olunmuştur. Yine Hz. Âdem'in topraktan yaratılması ve anne rahminde bebeğin de yaratılması yine sebeplere ve ilme dayanan mucizler kapsamında mıdır? Ben kapsamında olduğunun düşünebileceğinden yanayım.

Sınıftayım, hayırlı Ramazanlar diliyorum. Hatalarımız bizden ve nefsimizdendir.


Zeyd Can
09-04-2023 01:25
#5638
Furkan-23

Ve aleykumselam Köksal abi,
Samiri kıssasına genel yaklaşımı değiştirecek bir durum değil belki ama 5.bölümde yer alan Furkan 23 ayetinin konu bağlamında paylaşılmış olmasından bahsediyorum, zira ayetin siyakı ve sibakını kontrol ettiğimde ben direk bir bağlantı göremedim;

"(İyi de olsa) onların yaptıkları her işin-amelin önüne geçerek (hakka ve niyetlerine göre boşa çıkararak) onu savrulmuş toz zerreleri kılarız." (25-Furkan 23)

Meselenin diğer boyutlarıyla ilgili yorumumu da daha sonra paylaşacağım inşaallah.


Köksal Şahin
07-04-2023 01:54
#5635
Allah, Yarattıklarından Dilediğine Dilediği Özellikleri Verir!

Selamünaleyküm,

Zeyd kardeşim, Kur'an-ı Kerim'deki 'Ey ateş!' hitabının ateşe değil Ateş (Nâr) isimli (ya da belki bunu bir insanın sıfatı olarak ele alıyorlar, bundan emin değilim) bir insana yönelik olduğunu savunanların 'eş-şems' (güneş) kelimesine ve Kuran'da geçen daha birçok kelimeye de aynı şeyi yaptıklarını biliyorum. Hadis ve sünnet düşmanlığı yapanların bir sonraki hedeflerinin Kuran olduğunu biliyorduk ve maalesef sıra Kuran'a gelmiş bulunuyor. Özellikle son 3-4 yıldan bu yana daha da azgınlaşan ve samimi bir şekilde Kuran'ı anlayıp yaşamaya çalışan kardeşlerimiz arasında da maalesef taraftar bulan, yeni ve daha 'teknik' bir saldırı altında Allah'ın kelamı. Bu saldırının teknik yönü daha çok dil ile ilgili meselelerde aşikâr hale geliyor; marife, nekra, zamir gibi kavramları amaçları dışında kullanarak ve manipüle ederek insanların kafalarını karıştırıyor ve namaz kılan, oruç tutan, zekât veren kimi kardeşlerimizi bu ibadetlerinden bile uzaklaştırabiliyorlar. İlerleyen zamanlarda bu konuyu ayrıca ele almak gerekebilir, o yüzden şimdilik fazla uzatmayayım.

Yorumundaki "Allah'ın sünnetini, kıt akıllarıyla maddenin tabiatına ipotek etmeye kalkanlar" tarifi tam isabet olmuş kardeşim. Mustafa kardeşime de verdiği yerinde örnekler ve yaptığı açıklamalar için özellikle teşekkür ederim. Sizlerin de ifade ettiğiniz üzere; maddeye tabiatını veren de dilediğinde onu tabiatının dışına çıkaran da onunla dilediği zaman konuşan, emir veren de şanı yüce Rabbimiz, Allah'tır. Allah'ın yarattıklarıyla ne şekilde iletişim kurduğu ve yarattıklarının O'na nasıl cevap verdiği duyu alanımızın dışında olduğu için, bu kıt akıllı şaşkınlar "görmediğim, duymadığım şeye inanamam" düşüncesiyle, aslında Allah'a olan (ya da olmayan?) imanlarını da inkâr ediyorlar. "Allah akıl versin!" diyebiliyorum ancak..

Samiri meselesi, giriş bölümünde sorulan tüm soruların cevaplandığı aşamaya geldi, Elhamdülillah. Zeyd kardeşim, bahsettiğin 'yerine oturmayan' detayı paylaşırsan birlikte değerlendirebiliriz İnşallah. Bu yazı dizisini okuyan ve soru işaretleri olan/olmayan kardeşlerimiz, sınıf arkadaşlarımız, soru ve görüşlerinizi paylaşın ki hep birlikte salih bir amel ortaya koymuş olabilelim İnşallah..

Selametle..


Zeyd Can
06-04-2023 09:28
#5634
Ve aleykumselam

"Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol." buyurduğundaki ateş'in ATEŞ isimli biri olduğunu savunanların olduğunu da ilk defa duydum Köksal abi..  :)
Bunu nasıl bir zemine, hangi anlayışla oturtabildiklerini bilmiyorum ama Mustafa Kayhan abinin bazı örneklerini bu kimselere sorsak;

"İsteyerek veya istemeyerek gelin" denilen yer ve göğün aslında iki kız kardeş olduğunu, hatta "Sunulan emanet"in, GÖK adındaki kızlar ve bunlardan birinin kardeşi olan YER ile DAĞ adındaki erkeklere sunulduğunu da savunabilirler?! Hatta bahsi geçen RÜZGAR'ın, Süleyman a.s'a tahsis edilmiş özel şöförün ismi olduğunu da söyleyebilirler..!!! vs..vs...

Hasbinallah ve nimel vekil..
Vallahi Kur'an şaka değildir.(86/14) Böyle lakayt bir girizgah yapmak istemezdim ama Sünnetullah gerçeğini ve aklı bir kenara bırakıp olmadık yerlerde ve şeylerde MUCİZE arayanlardan da, Allah'ın sünnetini, kıt akıllarıyla maddenin tabiatına ipotek etmeye kalkarak MUCİZE leri yok sayanlardan da gına geldi..! Bu sebeple mazur görüleceğimi umuyorum.

Yayınlanan beşinci bölüm ile birlikte ALAGAŞ hocamızın toprağın feryadını çok sarih bir dilde açıkladığını görüyoruz. Samiri meselesini anladıkları ölçüde açıklayan müfessirleri Rahmetle anıp, bazı taşların yerlerine oturmamasından dolayı tefsirleri sorgulayan ve geldiği noktayı gerekçeleri ile beyan eden bu güzel adama bir kez daha 'selam ve rahmet olsun'.. 

İlk bölümden bu yana okuduğumuz ve ilmek ilmek işlendiğini gördüğümüz meselede tutarsız veya yerli yerine oturmayan bir nokta varsa (ki benim şimdi farkettiğim küçük bir detay var onu inceledikten sonra gerekirse paylaşırım) bizler de kendisini Rahmetle anıp itirazlarımızı gerekçelerimizle ortaya koymalıyız. Kaldı ki yayına alınan son iki bölüm ile birlikte üzerine konuşulacak asıl bölümlere geldiğimizden dolayı, şimdiye kadar sessizce takip eden kardeşlerimizin de tepkisiz/yorumsuz kalmayacağını düşünüyorum.. :)


insandergisi.com
05-04-2023 02:12
#5631
5.Bölüm Yayında

Selamünaleyküm,

Konuyu başından itibaren takip eden kardeşlerimizin bildiği üzere; Musa A.S. Firavun’un zulmünden kurtulmaları için İsrailoğulları’nı yanına alarak yola çıkmış, denizin kıyısına geldiklerinde, en önde ve tek başına denizin içerisinde ilerlemiş, suların boğazına geldiği o son anda, Allah’ın emriyle asasını denize vurmuş, Rablerinden ayrı ayrı aldıkları emirlerle; deniz ikiye ayrılmış ve toprak da kuru bir yol açmak üzere tüm suyunu dışarıya atmıştı.

Bugün yayına aldığımız beşinci bölümle birlikte; Musa A.S.’ın bastığı toprakta ve topraktaki izinde, sadece Samiri’nin gördüğü ve Harun A.S. da dahil olmak üzere diğer İsrailoğulları’nın izlerinde olmayan olağanüstü halin, sıradışı durumun ne olduğunu öğrenecek ve buzağı heykelinden gelen o sesi biz de duyacağız İnşallah..

’’Rabbimizin lutfuyla sahip olduğumuz Kur’an-ı Kerim, ayetleri ile bizleri şaşırtacak ve hayrete düşürecek bir yüceliğe ve anlam derinliğine sahip bir Kitab’dır.’’ Mehmed ALAGAŞ


Mustafa Kayhan
04-04-2023 20:07
#5630
Selamun Aleyküm (Allah’ın İlme ve Sebeplere Dayalı Mucizeleri)

Bu konuda söze Köksal abimizin bıraktığı yerden izninizle devam etmek istiyorum.

1- Kuran'da öncelikle yüce Rabbimiz yaratılışın da emrin de kendisine ait olduğunu 7/55 (أَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْأَمْرُ ) şeklinde beyan etmektedir. Yani her türlü olmuş, olacak ve olmakta olan veya varlığa gelecek olan her şeyin yaratılışının ve onlarla ilgili işlerin düzenlenmesinin veya bunlara dair emir yetkisinin kendisinde olduğunu ferman buyurmuştur. Bu anlamda yüce Rabbimizin, varlıklarla ilgili işlerde ve yaratmalarda veya harikuladeliklerde "Ol!" emriyle yarattığı, diğer işlerde ise bir sebebe bağlı olarak varlığa getirdiği, mesela Nahl 16/40. ayette (إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَنْ نَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ) birinci tür emir ve yaratmadan söz edilmiştir. İkinci tür yaratma ve emir, sebeplere bağlanmıştır ve bir sebebe bağlı olarak yaratılmıştır. Bunlar, genelde yüce Rabbimizin emriyle veya yaratmasıyla, bazen de Hz. Musa'nın denize asasını vurmasındaki gibi elçinin elinde var edilmiştir. Mekânı Cennet olsun, Mehmed hocamız zihnim beni yanıltmıyorsa bunlara 'ilme bağlı mucizeler' ile 'emre bağlı mucizler' şeklinde bir tarif ve tanımlama getirmiştir. İlme bağlı olanı kabul etsem de halâ nasıl olabildiğine mutmain olabilmiş değilim.

2- İşte bu bağlamda Köksal abimizin de dediği gibi ATEŞE yüce Rabbimizin yakma özelliğini kaldırmasına veya iptal etmesine ilişkin emri, emre dayalı bir mucize ve harikuladeliktir. Zira yakma, ateşin ayrılmaz ve zati vasfıdır. nerede varsa ve nerede olursa bu özellik ondan ayrılmaz ve sıyrılamaz. Bu nedenle bir defalığına yüce Rabbimiz onun, Hz. İbrahim için bu özelliğini kaldırmış ve yakma özelliğini ateşten almıştır. Bu emre bağlı bir mucizedir. Zira Enbiya 21/69. ayetinde (قُلْنَا يَا نَارُ كُونِي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلَى إِبْرَاهِيمَ) emri Rabbimizce ateşe verilmiştir. Bunun mecazi olarak algılanabilmesi ve anlaşılması için, zahiri mananın verilmesini engelleyecek bir veri veya karine olması gerekir. Yoksa mecaza kesinlikle hamledilemez. Bir de Arab akl-ı seliminin nüzul döneminde bundan anladığı, denildiği gibi bir mecazi anlatım olabilir mi? 'Olamaz' diye düşünmenin daha doğru olduğu görülmektedir.

3- Rabbimizin yere ve duman halindeki göğe emir vermesi.

4- Emanetin göklere, yere ve dağlara arz edilmesi.

5- Yine mesela Zilzal suresinde toprağa, ahiret günü üzerinde yaşayanların yaptıklarının haber verilmesini emretmiştir. Bu, kültürümüzde 'yerin kulağı var' şeklinde tefsir edilmiştir. Yer dediğimiz şey, herkesin bildiği toprak maddesidir ve onunla Rabbimiz arasında bizim bilmediğimiz bir münasebet, yani emir ve yaratılış ilişkisi vardır.

6- Hz. Zülkarneyn'in sarıldığı-tabi olduğu sebepler de bu manada, 'Hz. Musa'nın elinde yaratılan denizin yarılması olayında, suya ve toprağa verilen iki emir gibi bir durum olabilir mi?' diye düşündürmektedir.

7- Fil olayında kuşlara verilen emir. Her ne kadar ayette net olarak bir emir vermekten söz edilmiyorsa da kuşları gökte tutanın Allah olduğu Mülk Suresi'nde ifade edilmektedir. Onlarla da Rabbimiz arasında bilmediğimiz veya vakıf olmadığımız bir münasebet vardır.

8- Hz. Musa'nın Nil nehrine sandalda bırakılmasında da suya bir emir verilmiş olabilir mi? Hz. Nuh A.S. dağlar gibi dalgaların içinde gemisi yüzer ve yol alırken de denize nasıl bir emir verilmiştir?

9- Rüzgârla helak edilen kavim için de rüzgâra nasıl bir emir verilmiştir?

10- Hz. Süleyman'ın rüzgârı istediği gibi, istediği hızda ve yönde kullanabildiği mucizede, rüzgâra nasıl bir emir verilmiştir?

İlk anda aklıma gelenler bunlar. İnşallah değerlendirmelerde olayın diğer cephelerine de vakıf olabiliriz.


Köksal Şahin
02-04-2023 05:42
#5628
Noktaları Birleştirmek

Selamünaleyküm,

Kıyamet Suresi'nin 19. ayetinde; "Sonra onu açıklamak da Bize aittir.", Hadid Suresi'nin 17. ayetinde; "... Biz aklınızı kullanırsınız diye size ayetleri açıkladık." buyuran ve Kuran ayetlerinin açıklamalarının (tefsirlerinin) yine Kur'an-ı Kerim içerisindeki diğer ayetlerle yapıldığını ifade eden Lâtif Rabbimiz, merhum Mehmed abimizin de sık sık hatırlattığı gibi; Kur'an-ı Kerim'de ne eksik ne de fazla tek bir kelime kullanmamış, sadece bilmemiz gerekenleri bilmemiz gerektiği kadar beyan etmiştir.

Mesela :

"Andolsun ki biz Musa'ya "Kullarımı geceleyin yürüyüşe geçir, onlara denizde kuru bir yol aç, (size) yetişilmekten korkmadan ve endişeye kapılmadan" diye vahyetmiştik." (20-Tâ-Hâ 77)

Eğer bu ayette Rabbimiz, Musa A.S.'a "Denizde bir yol aç!" buyurmuş olsaydı, beklendiği üzere deniz yine ikiye ayrılacak ve ortaya çıkan yol (balçık halinde olsa da) yine kullanılacaktı, Firavun ve ordusu kapanan suların içerisinde yine boğulacaklardı. Ancak Rabbimiz ayette özellikle 'yebesen/kuru' kelimesini kullanıyor ve "Denizde kuru bir yol aç!" emrini veriyor. Şimdi burada durup düşünmemiz gerekmez mi 'Rabbimiz neden özellikle bu kelimeyi kullandı?' diye? Bir kelime, tek bir kelime, ayetler arasında hangi bağlantıları kurmamızı sağlıyor ve bizi hangi noktalara ulaştırıyor, İnşallah hep birlikte göreceğiz bu çalışma içerisinde..

Kur'an-ı Kerim hacimli ancak öz bir Kitaptır. Her bilgi ve anlayış seviyesindeki insana tek bir Kitapla hitap eden Rabbimiz, Kerim Kuran'ın mucizelerine ve manâ derinliğine şahitlik etmek üzere O'nun ikramlarına talip olanlar için, lütfuyla bir yol göstermiştir. Bu yol, incelediğimiz birçok konuda şahit olduğumuz üzere; hadiselerin/konuların 'bütün' detayları ve bağlantılarıyla birlikte verilmemesiyle malûmdur ki bu da 'temelde ve bilinmesi gereken detaylarda verilmiş olan noktaları birbirleriyle ilişkilendirmek suretiyle akletmek (akıl yürütmek) ve doğru noktaları tek tek birleştirmek' şeklinde ifade edilebilir. Lafızları anlamak ile manâları anlamak arasında ciddi bir fark olduğunu da bu vesileyle hatırlatmak isterim çünkü öyle ayetler var ki "Bu ayetten ne anlıyorsunuz?" sorusuna, ayet metnini tekrar ve aynen okumaktan başka verecek cevabımız olmayabiliyor (mekânı Cennet olsun, Mehmed abimiz birçok konuda bizi bu sıkıntılardan kurtarmıştır).

Bu çalışmada çarpıcı örneklerini gördüğümüz ve göreceğimiz üzere; Mehmed Alagaş hocamız, birçok farklı surede bulunan ayetlerle ana noktaları verilmiş olan Samiri meselesini, Kuran'da ayet olarak geçmeyen birçok detayıyla birlikte, sanki orada, yanlarındaymış gibi anlatıyor ve ana noktaları birleştirerek ana hatları ortaya çıkarıyor... Maşallah.. Sübhanallah.. Bu sonuç tabi ki konuyu araştıran ve yıllarca gece-gündüz demeden kafa patlatan bu değerli âlim için olduğu gibi, meseleyi anlayıp idrak edebilen kardeşlerimiz için de Kerim Rabbimizin mucize Kitabı olan Kerim Kuran'ın bir ikramıdır, Elhamdülillah..

Birleşen noktaların ortaya çıkaracağı büyük (ve biraz da hüzünlü) resmi görebilme/idrak edebilme lütfuna erişmek, Kuran'ın bu muhteşem ikramına muhatap olmak ve Zeyd kardeşimin zarif cümlesiyle; "Samiri meselesinin bir tek kişi tarafından daha anlaşıldığına şahid olmak"...

İşte bütün bunlar;
Lâtif ve Kerim Rabbimize hamd etmemize vesile olacaktır İnşallah..

Selametle..

----------------
Bir konu hakkında sınıftaki kardeşlerimin düşüncelerini öğrenmek isterim :
'Cansız ve akılsız, şuursuz, duygudan yoksun' olarak bildiğimiz varlıkların (ateş, yer, gök, deniz, dağlar, taşlar, ... vb), Rabbimiz Allah tarafından muhatap alınmaları, O'na cevap vermeleri, O'nun emirlerine itaat etmeleri, O'ndan korkmaları gibi hadiseler hakkında ne düşünürsünüz?
Acaba ilgili ayetlerde mecazi ifadeler olabilir mi?
Rabbimiz, mesela; "Ey ateş (Yâ nâru), İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol." buyurduğunda 'ateş/nâr' isimli birine mi emir veriyor (böyle olduğunu savunanlar da var)?
----------------


Zeyd Can
30-03-2023 23:17
#5624
’’ÖZGÜRLÜĞE’’ ÇAĞRI!

Selamaleykum,
Aslında yeni bölüme geçilmişken geriye döndürmek istemezdim ama Mustafa KAYHAN kardeşimizin işaret ettiği, Gülsüm yengemizin de yerinde hatırlatmasıyla toparladığı "davet ve özgürlük" meselesi hakkındaki yorumları okuyunca ALAGAŞ'dan şu alıntıyı paylaşmadan geçmeyelim istedim; 

----------

"....Firavun’a ilk geldiği zaman onu Allah’a kulluğa davet eden ve köle durumundaki İsrailoğullarını kendisiyle göndermesini isteyen Musa Aleyhisselam, Mısır’da uzun yıllar süren tevhidi mücadelesinden sonra İsrailoğullarıyla birlikte oradan ayrılmış ve Allah’ın yardımıyla denizi geçerek, herkesin gözleri önünde boğulan Firavun’un zulmünden kurtulmuşlardı. Allah’ı dikkate alan ve Allah’ın hükümleri istikametinde sürdürülen bir özgürlük hareketi, insanların esaretten kurtulmaları ve insanlara karşı özgürlük kazanmalarıyla neticelenmişti.

Söz buraya geldiği zaman, M.Ö. 70 li yıllarda yaşanan Spartaküs olayını çok kısa olarak hatırlamamızda fayda vardır. Bilindiği üzere Roma’lı bir gladyatör olan Spartaküs, kendisi gibi birer köle durumunda olan diğer gladyatörlerle birlikte isyan etmiş ve bir özgürlük hareketi başlatmıştı. Roma imparatorluğunun başkenti olan Roma’dan kaçan Spartaküs ve diğer gladyatörler, geçtikleri yerlerde karşılaştıkları bütün köleleri de kurtarıp, kendilerine katarak, ciddi bir oluşum meydana getirmişlerdi. Bu özgürlük hareketinin lideri olan Spartaküs, Romalılara karşı bazı kısmi başarılar elde etse de, bu büyük güce karşı İtalya topraklarında direnemeyeceğini çok iyi bildiğinden; kölelerle birlikte İtalya’nın güneyine inerek önce Sicilya’ya ve oradan da Afrika’nın kuzeyine geçmeyi planlamıştı. Nitekim bu plan istikametinde kölelerle birlikte İtalya’nın güney sahillerine doğru ilerlerken, bu hareketi kökünden kurutmak isteyen Roma ordusu da kendilerini takip ediyordu.

İşte bu aşamada düşüncelerimiz,

M.Ö. 2000 li yıllarda yaşanan benzer bir hadiseye gidiyor. Çünkü bir özgürlük hareketin lideri olan Spartaküs yanındaki kölelerle birlikte nasıl ki denize doğru gidiyor ve Roma ordusu kendilerini takip ediyorsa; bir başka özgürlük hareketinin lideri olan Musa Aleyhisselam da yanındaki kölelerle birlikte denize doğru gidiyor ve Firavun ordusu kendilerini takip ediyordu. Tabi ki bu iki özgürlük hareketi arasında çok önemli bir fark vardı. Spartaküs’ün hareketi realiteyi dikkate alan ve akli tedbirleri öncüleyen beşeri bir hareket iken; Musa Aleyhisselam’ın hareketi hakkı dikkate alan ve Allah’ın hükümlerini önceleyen İlahi bir hareketti.

Yaşanan realiteyi dikkate alan ve aklı önceleyen Spartaküs, kölelerle birlikte denize doğru ilerlerken bu denizi nasıl geçebileceklerini düşünmüş ve çok sayıda gemiye sahip olan Kilikyalılarla irtibata geçerek, önemli bir ücret karşılığında onlarla anlaşmıştı. Ancak bu anlaşma yarar sağlamamış, Kilikyalı korsanlar Romalıların daha yüksek bir ücret teklif etmeleri üzerine, köleleri taşıyacak olan gemileri açık denize çekmişlerdi. Nitekim sahile geldiklerinde gemilerin açığa çekildiğini gören Spartaküs ve köleler, arkalarından yetişen Roma ordusu tarafından topluca kılıçtan geçirilmişlerdi.

İsrailoğullarıyla birlikte denize doğru ilerleyen Musa Aleyhisselam ise denizi nasıl geçeceğini bilmemesine ve hiçbir gemiciyle anlaşmamasına rağmen, İlahi hüküm istikametinde ilerlemiş ve bu hükmün yanıbaşında olan İlahi yardıma mazhar olarak, Firavun ve ordularından kurtulmuştu. İşte beşeri hareketler ile İlahi hareketler arasındaki önemli fark budur. Günümüz dünyasında köleleştirilmiş toplumları, köleleştirilmiş kitleleri bu esaretten kurtarmayı amaçlayan iyi niyetli insanların, tarihi birer örnek niteliğindeki bu iki hareketi mutlaka dikkate almaları gerekir. Çünkü ismi özgürlük veya kurtuluş hareketi de olsa, Allah’ı ve O’nun hükümlerini dikkate almayarak Allah’a karşı da bir özgürlük iddiasında bulunan her beşeri hareket, gerçek düzlemde insanlar için hiçbir zaman bir özgürlük veya kurtuluş hareketi olamayacaktır. Nitekim insanlık tarihinde bir tane Musa Aleyhisselam olmasına rağmen, beşeri özgürlük hareketlerinde hem kendilerini ve hem de çevresindeki insanları telef eden yüzlerce Spartaküs bulunmaktadır......" Mehmed ALAGAŞ Beklenen Müslümanlara - Yaratılış ve İnsanlık Tarihi

-----------

Yayınlanan dördüncü bölüm ile birlikte meselenin ufkumuzu geliştirip-derinleştiren kısmına da girdiğimizi görüyorum. Yaklaşık 16 yıl önce Rabbimizin lütfu ve Alagaş hocamızın vesilesiyle müslümanların gündemine giren ve maalesef yeterince algılanamayan Samiri meselesinin bir tek kişi daha tarafından anlaşıldığına şahid olmak bile çok kıymetli olacaktır diye düşünüyorum. Zira ALAGAŞ'ın gündeme getirdiği diğer meseleleri büyük bir kütüphanenin HİKMET salonuna benzetecek olsam, SAMİRİ meselesine de bu salonun eşiği diyebilirim. Samiri meselesini doğru bir şekilde idrak edebilmek, diğer meselelerin idrakını da kolaylaştıracaktır. Rabbim bizleri vesile kılsın, şahid olmayı nasip etsin...


Mustafa Kayhan
29-03-2023 22:09
#5623
Selamun Aleyküm (Samiri’ye Gösterilen Mucize Nedir?)

Allah razı olsun, yanlış ve hatalı düşündüğümüz yerleri ve hususları tashih eden kardeşlerimizden, hocalarımızdan Rabbim razı olsun. Samiri, anlaşıldığı kadarıyla Mısır'da gerçekleşen mucizelerden çoğunu görmüş ve Hz. Musa'ya büyük bir hayranlık duymaktadır. Peşinden de ayrılmamaktadır? Hz. Harun'un, Hz. Musa'nın ve ben-i israilin görmediği bir şey, Samiri'ye gösterildiği halde o bunun hakkında, "Ben sizin görmediğiniz bir şeyi gördüm." demiştir? Ayrıca herkes dağlar gibi dalgalara bakarken o bilinçli bir şekilde elçinin yani er-rasul Musa'nın ayağının altındaki toprağa odaklanmaktadır? Toprağa verilen emrin gerçekleşmesini ayanen görmüştür. Bunun ne olabileceğini nasıl olabildiğini anlamak için artık sınıftakilerin açıklamalarını bekleyeceğim. Platformu kurup bizleri interaktif bir ortamda buluşturan cennet mekan Mehmet abimize de rahmet olsun. Oruçlar makbul olsun.


insandergisi.com
29-03-2023 03:40
#5622
4.Bölüm Yayında

Selamünaleyküm Değerli Kardeşlerimiz,

Buraya kadar olan bölümdeki yorumlarla konunun; ’’böğüren/ses çıkaran buzağı heykelini ilah edinen İsrailoğulları, bu eylemi hangi saiklerle gerçekleştirmişlerdir?’’ yönü umuyoruz ki açıklık kazanmıştır.

Takdim yazımızda ve yayınlanan bölümlerde; Samiri kıssasına giriş yapmış ve hadisenin meydana geliş sürecini, dikkate şayan detaylar ve ayetlerin ortaya çıkardığı sorularla birlikte ele aldıktan sonra, bizi sorularımızın cevaplarına götürebilecek çok önemli bir sonuca ve yeni bir soruya ulaşmıştık :

“Bu olay gerçekleşinceye kadar onlarca büyük mucize ile İsrailoğullarının iman ve teslimiyetini deneyen Rabbimiz, bu olayda onlara gösterdiği bir ayet ile İsrailoğullarının isyan ve küfrünü denemiştir. Bu nedenle buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması, İsrailoğullarını denemek isteyen Rabbimizin gösterdiği bir ayet, bir işarettir.

Buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarması, Rabbimizin “Ol” hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi değil; İlahi gerçekliğini kendi içinde barındıran ilmi bir ayet veya sıradışı bir hadiseydi.”

Peki;

’’Bu sıradışı olaydaki ’İlmi ayet’ nedir?’’

Bugün yayına aldığımız dördüncü bölümle birlikte, Mehmed ALAGAŞ hocamızın satırlarında (mekânı Cennet olsun) işte bu kritik sorunun cevabını hep birlikte arayacağız İnşallah.. Bu arayışımızda, Zeyd kardeşimizin de hatırlattığı üzere, Mehmed hocamızın açıkça ortaya koyduğu ve sıkı sıkıya bağlı kaldığı şu kaideye, bizlerin de dört elle sarılmamız gerektiğini tekrar ifade etmek isteriz :

’’Ayetlerin tefsir hakkı, bu hakkı öncelikle kendisinde gören ve mufassal olan Kur’an-ı Kerim’e aittir.’’

Sınıftaki tüm kardeşlerimizden ve aramıza yeni katılan kardeşlerimizden, akıllarına takılan soruları ya da konuya katkı sağlayacağını düşündükleri yorumlarını hiç çekinmeden bizimle paylaşmalarını rica ediyor, hayırlı ve bereketli çalışmalar diliyoruz.


Gülsüm Alagaş
28-03-2023 23:10
#5621
’Peygamber’ Anlayışımız

Selamın Aleyküm,

Mustafa Kayhan kardeşimizin son yorumuna istinaden, küçük bir hatırlatmada bulunmak isterim.

Rabbimizin rahmetiyle gönderdiği tüm peygamberlerin ortak misyonu, gönderildikleri toplumları tağuta kulluktan men edip Allah’a kulluğa davet etmektir. Hz Musa da gönderildiği dönemde hem Firavun ve Firavun’un kavmine hem de İsrailoğulları'na aynı daveti yapmıştır. Hz Musa’nın bu süreçte Firavun ve kavmine tebliğ edip kendi kavmini öteleyeceğini düşünmemiz, 'peygamber' anlayışımıza uygun değildir. Ayrıca Hz Musa’nın tebliği devam ederken yaşanan yığınla musibetlere İsrailoğulları da şahit oluyorlardı. Bu musibetlerin 'yıllarca' sürdüğünü Kur'an-ı Kerim'den biliyoruz :

"Andolsun ki Biz, Firavun hanedanını öğüt alıp düşünsünler diye yıllar yılı kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık." (7-A'râf 130)

Firavun ve kavmi gibi İsrailoğulları da şahit oldukları bu musibetlerin nedenlerini sorup-araştırıyor ya da onlar sorup-araştırmasa bile, İlahi uyarı niteliğindeki bu musibetlerden alınması gereken dersler, risaletin bir gereği olarak Hz Musa tarafından kendilerine açıklanıyordu. Peygamberler tarihindeki hiçbir peygamber, gönderildikleri toplumun bir kısmına tebliğ edip bir kısmını da "bunlarla sonra ilgilenirim" gibi bir anlayışla tebliğin dışında bırakmamıştır. Dolayısıyla Mustafa Kayhan kardeşimizin ifade ettiği; "İsrailoğulları'nın henüz açık bir tebliğle karşılaşmadıkları ve Hz. Musa'nın mesajı onlara ulaştırabilmesi için öncelikle özgür olmaları gerektiği" görüşlerine katılmak mümkün değildir.


Mustafa Kayhan
26-03-2023 12:37
#5615
Esselamu Aleykum (Oruçlar Makbul Olsun)

Bu üçüncü değerlendirmede Gülsüm hocamızın "Buzağı heykelinin böğürmesini küfri bir heyecanla karşılayan ve sapıklıkta öne geçen İsrailoğulları, onca büyük mucizelere rağmen Allah’a gerekli teslimiyeti göstermezken, neden bu 'sıradışı' olayı 'olağanüstü' olarak tanımlayıp, hiç düşünmeden buzağı heykelini kendilerine ilah edindiler? Üzerinde önemle durmamız gereken konulardan birinin de bu olduğu kanaatindeyim." sözlerine odaklanmak istiyorum.

1- Ben-i israilin Hz. Musa ile Mısır'daki durumlarından Kurân'da neler olduğunun da iyice anlaşılması ve bunların da değerlendirmede dikkate alınması, varılacak neticelerin doğruluğunu olumlu yönde etkileyecektir. Ayrıca bu kavmin, Firavun'un yönetimi altında ne işlerle ilgilendiğinin de bilinmesi ve hatta Firavun toplumunun tanrı anlayışlarının da bilinmesinde yarar vardır. Çünkü Samiri'nin gerçekleştirdiği olayın bir kısmının emanet alınan ziynetlerle ilişkili olduğu ayette ifade edilmiştir. Hz. Musa'nın ilk görevi, bu ben-i israilin Mısır'dan ve baskı altında yaşadıkları Firavun'un zulmünden kurtarılması olmuş ve Firavun'dan ben-i israili serbest bırakmasını talep etmiştir. Zira Hz. Musa'nın mesajı onlara ulaştırabilmesi için öncelikle özgür olmalarını Rabbimiz murat etmiştir. Onlar, burada sihirbazların oyunları ve Hz. Musa'nın değneği mucizesiyle karşılaşmışlardır. Ben-i israille ilgili bu karşılaşmada bir şey söylenmezken, sihirbazların iman ettilerinden Kuran'da bahsedilmiştir. Onlar, Hz. Musa'nın milletinden değildirler, onlar Mısır'ın yerlileri olan Berberiler veya Mısır çingeneleridir. Bunların bir kısmı da Hz. Musa'yla beraber muhtemelen denize kadar gelmiştir. Dolayısıyla Samiri'nin buzağısını tanrı edinmeleri, henüz bir açık tebliğle karşılaşmadıklarından, bir de olaylar Hz. Musa'nın 'sihirli' değneğiyle ilişkili olduğundan, buzağının da aynı şey olduğunu kıt akıllarıyla muhtemelen düşünmüşlerdir.

2- Denizden karşıya geçerken ziynetlerleri de yanlarından ayırmayan ben-i israil, bunları nerede ve ne için kullanacaklardı? Neden daha sonra onlardan kurtulmak istediler? Cennet mekân Mehmed hocamızın da 'dördüncü bölümde' anlatacağı gibi, herkes dağlar gibi dalgalara bakarken hemen Hz. Musa'nın ardında olan Samiri ise kuru bir yolun nasıl oluştuğunu anlamaya çalışmıştır. Zira o, denizi yaran Musa'nın arkasındadır ve diğerleri gibi bir endişe de taşımamaktadır. Orada gördükleriyle büyülenmiş ve içinde bir kıvılcım oluşmuştur. (Bu biraz da Abdullah b. Sad b. Ebi Serh'in (vahiy kâtibidir), Müminun Suresi'nde "Fetebarekellahu ehsenun halikıyn" ifadesini söylemesi üzerine Hz. Nebi; "Öyle yaz, ayet öyle indirildi." ifadesinden sapması ve dinden dönmesi gibidir, en doğrusunu da Rabbimiz bilir.) Ardından uğradıkları bir kavmin puta tapmaları ve onların ilahları gibi bir ilahı Hz. Musa'dan istemeleri, bunların henüz açık bir davete maruz kalmadıklarının da bir göstergesidir. Yani Hz. Musa onları Allah'a bağlı özgür birer insan veya mümin kılma çabasındayken onlar, açık bir davete eremediklerinden henüz, işlerin de Mısır'da sihirbazlar meselesinde ve denizin yarılması olayında mucizeyle ve Hz. Musa'nın değneğiyle gerçekleştiğini düşünmüşlerdir. "Öyleyse bize de onların ilahları gibi bir ilah yap" diyenler, denizden geçenlerdir. Netice olarak Hz. Musa, onların cahilliklerini anlamış ve onları affetmiştir. Fakat olay mikata gelince ve süre uzayınca Hz. Musa'dan istedikleri onların ilahları gibi bir ilah arzusu, ziynetlerinden kurtulmalarına ve ardından da Samiri'nin çaldığı bir avuç toprağın karışımıyla oluşan bir buzağı heykeliyle tamamamlanmış ve tapınma da tamamen gerçekleşmiştir. Rahmetli Mehmed hocamız, bu 'elçinin izinden' ile Hz. Musa'nın ayak izinin kastedildiğini büyük bir ilhamla keşfetmiştir. Rabbim razı olsun, ben daha önce bunun Cebrail'in ayak izi olduğunu düşünüyordum.

Gülsüm Alagaş hocamızın üzerinde düşünülmesini istediği husustaki sorgulamalar bunlardır. Doğrular Rabbimizden ve eksiklikler de kendi nefsimizdendir. Dualar makbul olsun, dileğimiz ve duamızdır. Sınıftayım ve takipteyim İnşallah.


Gülsüm Alagaş
26-03-2023 04:24
#5614
Eksiksiz Rabbe İman

Selamın Aleyküm,

Öncelikle tüm Müslüman kardeşlerime hayırlı Ramazanlar diliyorum. Rahman olan Rabbimiz, içerisinde indirildiği bir ayı bin aydan değerli kılan Kur'an-ı Kerim'i bize, bizleri de Kur'an-ı Kerim'e açsın. Hayat Kitabımız, hayatımız olsun ki ömrümüz orucumuz, ölümümüz de Cennet'le müjdeleneceğimiz iftarımız olsun.

Hayat Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in lafzı bir kez inmiştir fakat manâsı kıyamete kadar inmeye devam etmektedir. Böylesi yüce Kitabımızın manâsını ve O’nu anlamayı geçmiş tefsir alimlerine (Allah hepsinden razı olsun) indirgeyip onların anlayış ufuklarıyla sınırlandırmak, biz Müslümanlar için söz konusu olamaz. Çünkü hiç bir tefsir evrensel değildir. Evrensel olan İlahi mesajın yorumu veya tefsiri değil, İlahi mesajın bizzat kendisidir. İlahi mesaj kıyamete kadar bütün zamanları ve mekânları dikkate alırken, tefsirler genel olarak yaşanılan zamanı ve mekânı dikkate almak zorundadırlar. Netice olarak tefsirlere bu bilinçle yaklaşmamız ve yaşadığımız çağdaki insanları, İlahi mesajın asırlar önceki tefsirleriyle değil, bugünümüze ışık tutan apaçık içeriği ile karşı karşıya getirmemiz gerekir.

Bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra konumuza dönecek olursak, özellikle üçüncü bölümde yer alan şu satırları tekrar hatırlatmak isterim :

-----------
“Bu olay gerçekleşinceye kadar onlarca büyük mucize ile İsrailoğullarının İMAN ve TESLİMİYETİNİ deneyen Rabbimizin, bu olayda onlara gösterdiği bir ayet ile İsrailoğullarının İSYAN ve KÜFRÜNÜ denemiştir. Bu nedenle buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması, İsrailoğullarını denemek isteyen Rabbimizin gösterdiği bir ayet, bir işarettir.”
-----------

Buzağı heykelinin böğürmesini küfri bir heyecanla karşılayan ve sapıklıkta öne geçen İsrailoğulları, onca büyük mucizelere rağmen Allah’a gerekli teslimiyeti göstermezken, neden bu 'sıradışı' olayı 'olağanüstü' olarak tanımlayıp, hiç düşünmeden buzağı heykelini kendilerine ilah edindiler? Üzerinde önemle durmamız gereken konulardan birinin de bu olduğu kanaatindeyim.

İnsanlık tarihi boyunca Allah'ı kendilerine Rab olarak kabul etmeyen insanlar, asıl olarak elleriyle yaptıkları putları değil, o putları yapan ellerin sahiplerini yani kendi nefislerini ilahlaştırmışlardır. Allah'a karşı gelerek tercihlerini yani nefislerini yüceltmişlerdir. İnkârcıların akıl hocası olan şeytan aleyhillane de Allah'a karşı aynı büyüklenmede bulunmamış mıydı? Rabbimizin secde emrine "Beni ateşten, onu topraktan yarattın!" diyerek karşı çıkmak neyin nesidir? Allah’a -haşâ- "Sen bilmiyorsun, Sen düşünemedin!" diyerek akıl vermeye kalkışmak, her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah'a eksiklik atfetmek değil midir? Peki söyler misiniz, kim daha üstündür? Akıl veren mi, akıl verilen mi?

Yorumlarıyla katkıda bulunan ve bu satırlarımızı okuyup tefekkür eden tüm kardeşlerime selamlar.
Sınıftayım ve takipteyim.


Zeyd Can
24-03-2023 04:53
#5612
Selamaleykum

Mustafa KAYHAN abimiz/kardeşimize makul soru ve yaklaşımlarından dolayı teşekkür etmek isterim. Zira makbul cevaplara ulaşmanın yolu makul sorulardan geçer diye düşünüyorum. Ya da bizleri MAKBUL noktaya ulaştıracak olan araç MAKUL yaklaşımlarımızdır da diyebiliriz. 

Bu meseleyi yayınlanan 4 ciltlik seriden okuduğumda hayretler içinde kalmış, tekrar tekrar okumuş ve aklıma bir türlü yatmayan ve oldukça "mistik" görünen bu yaklaşımın, çocukluğumdan beri tanıdığım Mehmed ALAGAŞ tarafından yapıldığına inanamamıştım. Okudukça ilgili yerlere "Nereden biliyorsun?, Bunu nereden çıkardın?, Nasıl yani?, İyi de o zaman şu nasıl olacak..?" gibi notlar almıştım. 

Yanlış bir düşüncede olduğunda kardeşleri tarafından uyarılması gerektiğine, gerek kitaplarında gerekse sosyal hayatında sıklıkla işaret eden Mehmed amcama itiraz etmem gerektiğini düşünerek, konuyla ilgili söylediklerini Kur'an'a arz edip hatalarını tespit etmeye yönelen ben, işin sonunda kitaptaki Samiri kıssası ile ilgili bölümün tamamını işaretleyerek " MAŞÂALLAH-SÜBHANALLAH" diyebildim. :)

Şimdi burada yayınlanan her bölümü okuduğumda hayretimin heyecana döndüğü o günleri yeniden yaşıyorum. Hayretimin heyecana dönmesine vesile olan, daha sonraki dönemlerde beni bambaşka hakikatlere taşıyan ve Kur'an'a yönelirken şiar edindiğim yaklaşımın altını bir kez daha çizmek istedim;

"Kur’an-ı Kerim'in apaçık bir Kitab olduğunu dikkate alarak, elbette ki bu kıssaları düşünecek ve anlamaya çalışacağız. Ancak sakınılmasını istediğimiz husus, kıssa ve ayetleri düşünürken Kur’an’ın bütünlüğünden ayrılarak zoraki yorum veya tevillere girilmesidir. Herhangi bir ayete getirdiğimiz yorum veya tevil, Kur’an-ı Kerim’in bir başka yerindeki kısa bir ayetin, kısa bir kelimesiyle çelişiyorsa, hiç tereddüt etmeden bu yorum ve tevili terk etmemiz gerekir. Çünkü çelişkisiz bir Kitab olan Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine getireceğimiz yorumların da herhangi bir ayetle veya bu ayetlerin hak yorumlarıyla çelişmemesi şarttır. Böyle bir duruma düşmemenin en doğru ve en kolay yolu ise ayetlerin tefsir hakkını, bu hakkı öncelikle kendisinde gören ve mufassal olan Kur’an-ı Kerim’e vermektir. Allah’a tevekkül ederek düşünmek ve ayetlerin zahirinden kopmadan Kur’an bütünlüğünde derinleşmek ise biz mü’minler için vazgeçilmez bir yaklaşım olmalıdır."


Köksal Şahin
22-03-2023 17:38
#5607
Buzağı Sevgisi!

Selamünaleyküm,

Mustafa Kayhan kardeşimin son yorumuyla ilgili olarak, şu hususlara dikkat çekmek isterim :

- Samiri'nin, 'resûlün izinden bir avuç aldım' şeklinde ifade ettiği andan itibaren planlı bir eylemin içerisinde olduğu açıktır. Yoksa ne diye 'resûlün izinden' bir avuç alıp bir de bu aldığı şeyi saklasın ki? İsrailoğulları'nın bir bölümünün Mısır halkından aldıkları mücevherattan kurtulma istekleri olsa bile, bir ateş yakıp mücevheratı ateşe atmaları ve madenin erimesini izlemeleri kendi istekleri ve planlamalarıyla olmamıştır. Bütün bu işlere Samiri öncülük etmiş ve Mehmed abimizin anlattığı şekilde; Musa A.S.'ın yokluğunu fırsat bilip, planladığı senaryoyu ince ince işleyerek insanları istediği noktaya getirmeyi başarmıştır.

- Samiri'nin Firavun'un sihirbazlarından biri olması, Kuran bütünlüğü çerçevesinde mümkün değildir. Üçüncü bölümden yaptığım aşağıdaki alıntı da bu hakikati ortaya koymaktadır :

-----------
"Buzağının böğürmesi, Allah’ın izin vermesiyle Samiri’ye ait bir iştir!. Buzağı gerçekten böğürüyorsa, bu işi bir ilim veya yetenekle; buzağı gerçekten böğürmüyor fakat insanlara böğürüyormuş gibi geliyorsa, bu işi Mısır’da öğrendiği büyü veya sihir ile gerçekleştirmiştir!. Tabi ki Rabbimizin bizlere olayı veriş şeklini ve ayrıntılarını dikkate aldığımız zaman, bu iki olasılığı da kabul edebilmemiz mümkün değildir. Çünkü ayetlerde bu işin Samiri’nin ilmine değil nefsine dayanan bir iş olduğu açıkça belirtildiği gibi, büyü veya sihir olasılığı da yoktur. Şayet böyle bir şey söz konusu olsaydı, Musa Aleyhisselam ile karşılaşan büyücülerin ortaya attıkları ipler hakkında “Onlara debeleniyormuş gibi göründü” diyerek, olaya açıklık kazandıran Rabbimiz; bizlere bu olayı “Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı” ifadesiyle değil, “Onlara buzağıyı böğürüyormuş gibi gösterdi” ifadesiyle verirdi. Dolayısıyle buzağının böğürmesinin veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarmasının, Samiri’nin ilmiyle veya büyü ile herhangi bir ilgisi yoktur."
-----------

- Bugün Hindistan'da ineğe tapanların, o gün buzağı heykelini ilah edinenlerin soyundan gelip gelmediklerini bilmiyorum lâkin hem her iki toplumun ortak paydası olan 'buzağı sevgisi' hem de Samiri'nin yöntemine benzer yöntemlerle yapıldığını düşündüğüm 'süt içen heykeller' gerçekten de bu ihtimali akıllara getirmiyor değil.

- "... Küfürleri yüzünden buzağı (tutkusu) kalplerine sindirilmişti. ..." (2-Bakara 93) ayetine dayanarak şunu söyleyebiliriz; Rabbimiz tarafından İsrailoğulları'nın kalplerine 'buzağı sevgisi'nin yerleştirilmesi, Samiri'nin buzağısını ilah edinmelerinden sonradır. Öyle ki 2-Bakara 67-71 arasında anlatıldığı üzere; Rabbimiz kendilerine 'bir sığır kesmelerini' emrettiğinde, onu neredeyse kesmeyecek derecede ayak diremişlerdi. Bu 'özel' sevginin geçmişte tarım ve hayvancılık yapmış olmalarıyla doğrudan bir ilişkisi yoktur.

Selametle..


Talha
22-03-2023 10:15
#5604
Selamünaleyküm

Samiri'nin yaptığının bir büyü ya da sihir olduğunu düşünmüyorum... Çünkü sihirbazların yaptıklarını gören ve Musa A.S ın Allah'ın izniyle ortaya attığı asadaki Hakk'a şahitlik eden İsrailoğullarının yine bir sihre kapılıp onca mucizeye de şahitlik ettikten sonra hemencecik yoldan çıkacaklarını zannetmiyorum... Zira sihrin içinde Hak namına bir şey olmadığını biliyoruz... Ki sihirbazların da buna nasıl şahitlik edip canları pahasına teslim olduklarını da...

Fakat Samiri'nin yaptığında Haktan bir parça olmalı ki onca şahitliklerine rağmen İsrailoğullarını yoldan çıkarabilsin... Bunun da genel olarak müfessirlerin üzerinde durduğu soyut gerekçeler değil, ayetteki beyana dayanarak somut/gerçek bir şey olduğunu söyleyebiliriz Allahualem... Elçinin izinden bir avuç alarak ateşe atılan bir şey... Ama hangi elçinin? Burada geçen Resul hangi Resul?

"Er-resul" ifadesi aslında çok açık bir şekilde vermiyor mu cevabı?


insandergisi.com
22-03-2023 01:10
#5603
3.Bölüm Yayında

Selamünaleyküm,

"Samiri'nin Gördüğü Ayet ve Buzağıdan Gelen Ses!." başlıklı üçüncü bölümü yayına almış bulunmaktayız.

Bu bölümle birlikte meselenin bir adım ilerisine geçiyor ve ilgili Kur'an-ı Kerim ayetlerinin sordurduğu sorulara, yine Kur'an-ı Kerim içerisinde cevaplar aramaya başlıyoruz.

Tüm kardeşlerimizi, soru ve yorumlarıyla birlikte bu değerlendirme çalışmasına katılmaya davet ediyor, içerisine girmekte olduğumuz mübarek Ramazan ayının, İslam alemi ve insanlık için hayırlı ve bereketli olmasını Rahman olan Rabbimizden niyaz ediyoruz..


Mehmed Can
20-03-2023 13:57
#5601
Samiri Büyü Yapmadı!

Özelde Mustafa Kayhan kardeşim olmak üzere tüm kardeşlerim, Samiri'nin büyü yapmadığını, bu meseledeki hakikatin çok daha büyük olduğunu İnşaallah üçüncü bölüm yayınlanınca okuyup anlayacaklardır.
Herkese selam ve dua ile.


Mustafa Kayhan
19-03-2023 14:55
#5600
Selamun Aleyküm (Samiri konusu)

Yazılanları dikkatle okumaya çalışıyorum.

1- Hz. Musa'nın ilk işi, zannediyorum ben-i israili Firavun'un esaretinden kurtarmak ve onları düşünce örgünlüğüne kavuşturmak ve Allaha imana sevk etmek için öncelikle bedensel ve fiziksel kölelikten kurtulmaları gerekmiştir. İlk çağrı, Firavun'a 'ben-i israili benimle birlikte serbest bırak ve onları buradan alıp gideyim' olmuştur.

2- Hz. Musa Tur dağına çıkarken yerine Hz. Harun'u vekil bırakmıştır. Ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla toplumu gözetmesini ve çıkacak fitneyi de engellemesini de istemiştir. Hz. Musa Tur dağından döndükten sonra bu konuda Hz. Harun ile verilenlerin yapılıp yapılmadığını çek etmiştir. Eksiklikleri ve nedenlerini Hz. Harun'a sorgulamıştır ve o da yanıtlarını vermiştir.

3- Bu ben-i israil, mısırlılardan bazı eşyalar, madenler ve değerli malzemeleri de yanlarında alıp yola çıkmışlar ve Fecr Suresi'ndeki '10 gün ifadesiyle' de Allah-u alem, anlatılan bir yolculuk sonucu denize ulaşmışlar ve ardından Kızıldeniz'den karşıya deniz yarılarak geçirilmişlerdir.

4- Yanlarında taşıdıkları malzelemelerden kurtulmak istemişler ve bunun belki geleneğe göre yakılmasını istemişler, herkes elindeki altını, parayı ve değerli madeni ateşe atmış, ama olayları dışardan izleyen Samiri, o toplumun heykelden tanrılara olan isteği ve Hz. Musa'nın da 10 ilaveyle gecikmesi, Samiri'nin işini kolaylaştırmıştır. Zaten rahmetli cennet mekan Mehmed Alagaş abimizin ve hocamızın açıklığa kavuşturmasıyla rasulün izinden bir avuç alan bu adam (muhtemelen sihirbazlardan biriydi) o kumu veya toprağı ateşe atarak niyetindeki buzağı heykelinin oluşmasını sağlamıştır. Bunun nasıl olduğunu çok anlamasam da neticeden böğüren bir buzağıdan Kuran söz etmektedir.

5- Bunlardan azab verilenler ve zillete düşürülenlerin torunları, bugün Hindistan'da ineğe tapanlar olarak karşımıza çıkmışlardır. Bunlar, Allah bilir, ama o buzağıya tapanların nesillerindendir, hem soy olarak hem de inanç olarak.

6- "Ben-i israilin buzağı sevgisi, bir inek kesmelerinin emredilmesi, muhtemelen Firavun tarafından Mısır'da bütün tarım ve hayvancılık işlerinde istihdam edilmeleriyle ilişkilendirilebilir mi?" diye soruyorum. Ben ilişkilendirilebileceğini düşünüyorum. Hatta çölde soğan, pırasa, sarmısak ve soğan, nohut istemeleri de bununla ilişkilendirilebilir?


Köksal Şahin
17-03-2023 15:58
#5599
Hint Süt Mucizesi (Milk Miracle) ?!

Selamünaleyküm,

Samiri hadisesi ile bağlantılı olduğunu düşündüğüm, 'buzağı sevgisi'nin kalplere işlendiği bir coğrafyada ve günümüzde meydana gelen başka bir hadiseyi, açık kaynaklardan elde ettiğim kısa bir alıntı ile dikkatinize sunuyorum :

----------
"21 Eylül 1995'te dünyanın her yerindeki Hindu tapınaklarında, Hindular'ın 'süt mucizesi' (milk miracle) olduğuna inandıkları ve milyonlarca kişinin 24 saat içinde defalarca tanık olduğu söylenilen bir olay meydana gelmiştir, Washington Post, New York Times, Financial Times, Guardian gibi dünyaca ünlü gazeteler ve CNN, BBC gibi kanallar da bu mucize olduğuna inanılan olayı haber yapmışlardır. 24 Eylül 1995'te bir Hindu tapınağından gelen bir haber bütün hinduları ayağa kaldırır. Bir tapınakta, bir rahip bir kaşık ile sembolik olarak Ganesha'ya içirmeye çalıştığı sütün kaybolduğunu fark eder. Hemen ardından bu haber duyulur ve daha şaşırtıcısı bütün Kuzey Hindistan'daki Ganesha figürlerinin sütü içtiği gözlenir. Bu olay tarihe 'süt mucizesi' olarak geçmiştir. Daha sonra bu olayın gerçek olmadığı anlaşılmıştır. Olayın aslının Ganesha figürünün yapıldığı maddeden kaynaklandığı ve bu yüzden verilen sütün kaybolduğu anlaşılmıştır. Zaten olaydan birkaç gün sonra maddenin fazla süt emmesinden dolayı Ganesha parçalanmış ve olayın aslı anlaşılmıştır."
----------

Yukarıda anlatılan olayın sadece 21 Eylül 1995'te gerçekleşmediği, 2006, 2008 ve 2010 yıllarında da aynı tarihlerde tekrarlandığı ve diğer tarihlerde -ilginç bir şekilde- bu durumun gerçekleşmediği kayıtlara geçmiş durumda. 1995'teki olay İngiltere, Kanada, Dubai ve Nepal’deki Hint tapınaklarına kadar uzanıyor ve bu tapınaklardaki heykeller de aynı şekilde verilen sütü içiyor (sünger gibi emiyor). Bunun üzerine Dünya Hint Konseyi isimli örgüt konuyu inceliyor ve 'resmen bir mucize' olduğu yönünde açıklama yapıyor. Olayı aydınlatmak isteyen Hint Bilim ve Teknoloji Bakanlığı, durumu kılcal etki (capillarity) denilen fizik kanunu ile açıklamaya çalışıyor. Sonuç olarak 'süt mucizesi' adı verilen bu hadise, 'modern zamanların en iyi gözlemlenmiş ve kayıt edilmiş paranormal fenomenlerinden biri' olarak kayıtlara geçiyor.

Alıntıdaki 'olayın gerçek olmadığı anlaşılmıştır' bölümünün bu metne sonradan eklendiğini tahmin ediyorum çünkü konuyu geçmiş yıllarda ayrıntılı olarak incelediğim zaman aynı kaynakta böyle bir ifade görememiştim. O dönem birçok kayıt izlemiş, metal ve taştan yapılmış heykellerin bile, kaşıklarla verilen sütü gerçekten içtiklerine kanaat getirmiştim. Aşağıdaki videoda ve konuyla ilgili diğer videolarda göreceğiniz üzere; binlerce insan, kendilerine süt vermesi gerekirken ellerindeki sütü içen tanrılarına! sunmak üzere, süt kaplarıyla tapınak kapılarında uzun kuyruklar oluşturuyorlar ve belki milyonlarca kaşık süt tüketiliyor o gün.

Bu olayın Samiri hadisesiyle bağlantısını ve diğer tespitlerimi de İnşallah konu akışına uygun bir şekilde ilerleyen bölümlerde paylaşmak isterim.

Selametle..


insandergisi.com
16-03-2023 02:20
#5597
Aleykümselam Değerli Kardeşlerimiz,

Bu değerlendirme çalışmasında bizi yalnız bırakmayan, Mehmed ALAGAŞ hocamız ve bizler için hayır duasında bulunan, değerli yorumlarıyla katkı sağlayan ve yorum yazmasa bile sayfayı düzenli olarak takip edip, okuduklarını anlamaya ve anladıklarıyla amel etmeye çalışan bütün kardeşlerimize teşekkür ediyor, Kerim Rabbimizden; bu çalışmamızı bereketlendirmesini ve hayırlara vesile kılmasını diliyoruz.

Mustafa Kayhan kardeşimiz,

* "Bu Samiri, acaba iman eden sihirbazlardan biri midir?" sorunuz hakkında :
Samiri'nin iman eden sihirbazlardan olamayacağını; 7-A'râf 120-126, 20-Tâ-Hâ 70-73 ve 26-Şuarâ 46-51 ayetlerine dayanarak söyleyebiliriz. Önceden sihirbaz olan bu müminlerin, Firavun'un tehditleri karşısında geri adım atmayıp, izzetli bir duruş sergileyerek şehadete yürüdükleri konusunda bizler mutmainiz.. Kaldı ki Samiri gibi sinsice planlar tertipleyip, bulduğu ilk fırsatta bu planları hayata geçiren bir karakterin, böylesi şerefli insanların arasından çıkmış olması da muhal (imkânsız) görünüyor.

* "Samiri'nin taş ustası veya döküm ustası olmasıyla buzağının yapılması arasında nasıl bir ilişki kurulmaktadır?" sorunuzu eğer doğru anladıysak; buzağı heykelini yapan kişinin Samiri olmasının, bu konudaki geçmiş tecrübelerine ve ustalığına işaret ettiğini söyleyebiliriz. Usta olmayan birinin madeni eritip heykel dökebilmesi siz de takdir edersiniz ki mümkün değildir.

* "Acaba dilini açık bırakan köpek ve buzağı fragmanlarıyla toplumun psikolojik ya da sosyolojik durumlarıyla bir alâka mı kurulmaktadır?" sorunuzu, İnşallah final bölümünden sonra değerlendirmek üzere not ediyoruz.

Cengiz Baykuş kardeşimiz,

İlettiğiniz videoyu izledik, paylaşımınız için teşekkür ederiz. Videodaki hayvan heykellerinin ses çıkarması, belirli yöntemleri olan bir yapım tekniğiyle alâkalı (su ve hava kanalları). İnternette bu sistemin çalışma prensibi hakkında hazırlanmış videolar mevcut. Samiri'nin buzağısı, Alagaş hocamızın da belirttiği üzere bu tür tekniklerin kullanıldığı bir heykel değildir. Erimiş madenin içerisine atılan 'bir avuç toprak' detayının ne için verildiğini düşünelim.. Birinci bölümü tekrar okursanız ilgili satırları görebilirsiniz.

Bekir Ziya kardeşimize; İsrailoğulları'nın böğüren buzağı heykelini ilah edinmelerinin arka planıyla ilgili yaptığı güzel tespit için, Mustafa Aksel kardeşimize; "Günümüz toplumunda iman etmenin 'akıl ve bilim' denkleminde olması gerektiği düşüncesi yaygın olduğundan olsa gerek, buzağıyı rüzgâr ile böğürtmek zorunda kalıyorlar!?" vurgusu için, Zeyd kardeşimize; doğru sorusu ve yerinde hatırlattığı alıntılar için teşekkür ediyoruz.

Talha, Köksal ve Kemal kardeşlerimizin de değindiği 'Çağdaş Samiriler' bahsini, altıncı ve son bölümden sonra biraz daha açmamız, bu değerlendirmenin amacına uygun olacaktır İnşallah.

Mehmed ALAGAŞ ağabeyimizin uzun yol arkadaşı, değerli büyüğümüz Mehmed Can abimiz, hoşgeldiniz. Şener Demir ve Rüstem Topal kardeşlerimiz, Saniye hanım kardeşimiz, sizler de hoşgeldiniz sınıfımıza.

Değerlendirmenin birinci bölümünde konuya giriş yapıp; Musa A.S.'ın yokluğunda İsrailoğulları'nın nasıl imtihan edildiğini, imtihan karşısında nasıl savrulduklarını, Samiri'nin yaptığı buzağı heykelinin sıradışı davranışını ve Harun A.S.'ın üzüntüsünü gördük. Nasip olursa yarın (17 Mart Cuma) ikinci bölümünü paylaşacağımız konumuza değerli katkılarınızı bekliyoruz..


Mehmed Can
15-03-2023 22:42
#5596
Selamünaleyküm..

Sınıfta bulunan kardeşlerimi cennet kardeşliği duâsı ile selamlıyor, Mehmed Alagaş hocamıza Râbbim'den Râhmet diliyorum..
Tüm kardeşlerimin güzel duâ ve temennilerine yürekten Amiin diyorum.
Takipteyim.


Zeyd Can
15-03-2023 20:25
#5594
Neden ve Nasıl bir İlah İstiyorlar?

Meselenin öncesini bilmeyen kardeşlerimiz için kısa bir hatırlatmada fayda var diye düşünüyorum.. Zira Samiri'nin zokasını yutanların zihinsel yapılarını, eğilimlerini, zaaflarını dikkate almak, aynı zokayı yutmamak için oldukça önem arzediyor. İnsanoğlu bunu dikkate alıp kendini ne kadar gözden geçiriyor bilmiyorum ama SAMİRİ'ler dedelerinin dikkatlerinden taviz vermiyorlar...!

Bu sebeple soruyorum; nasıl oluyor da önlerinde bir peygamber, arkalarında şahit oldukları yığınlarca mucize varken, O peygamberden bir ilah yapmasını isteyebiliyorlar? Buna neden ihtiyaç duyuyorlar?

------------------

"....Denizi geçtikten sonra Musa Aleyhisselam’ın liderliğinde ilerleyen İsrailoğulları, deniz kenarındaki Rakka kasabasından geçerlerken, bu kasaba halkının taştan ve ağaçtan yapılmış inek heykellerine tapınmakta olduklarını gördüler. Gördükleri şeye tapan ve taptıkları şeyi gören putperest kavmin bu durumu, henüz iman ve tevhidin ne olduğunu yeterince bilmeyen İsrailoğullarının hoşuna gitmişti!.

Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bu putperestlere bir süre baktıktan sonra, Musa Aleyhisselam’ın yanına giderek “Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap" (7-A'raf 138) dediler. Peygamberlerinden bir put değil, bir ilah yapmasını isteyerek, putu ilah yerine koyan ve ilah olarak isimlendiren bu şaşkınlar, taştan ve ağaçtan da olsa görülebilir bir ilah talep ediyorlardı!. Belki de alemlerin Rabbi olan Allah'ın, taş veya ağaç heykellerle şekillendirilmesini ve görülebilir bu putlarla sembolize edilmesini istiyorlardı!.

Musa Aleyhisselam’ın tabi ki hiç beklemediği bir istekti bu!.
Mısır’da yaşanan onca mucizeden ve Firavun orduları Allah'ın emriyle helak edildikten sonra, bütün bunları açıkça gören İsrailoğullarının imanlarına iman katacaklarını ve hiç kuşku duymadan doğru yola tabi olacaklarını zanneden Musa Aleyhisselam; bu İsrailoğullarının yaptıkları ve yapacakları azgınlıklar ile Firavun'u bile geride bırakacaklarını nereden bilebilirdi ki!. Nitekim duyduğu öfke dolu bu şaşkınlık ile kendisinden bir ilah yapmasını isteyen İsrailoğullarına dönerek "Siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz. Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir." (7-A'raf 138.139) dedi.

İsrailoğullarını küfürle değil cahillikle suçlayan ve putlara yönelen o kavmin durumuna açıklık getiren Musa Aleyhisselam, onların içinde bulundukları dinin yokolacağını ve niyetleri ne olursa olsun bütün yaptıklarının batıl olduğunu belirttikten sonra sözlerine şöyle devam etti;
“Allah sizi alemlere üstün kılmışken, ben size O'ndan başka bir ilah mı arayayım?" (7-A'raf 140)....

...."Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O sizi Firavun ailesinden kurtarmıştı, onlar sizi en dayanılmaz işkencelere uğratıyor, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir sınav vardır. Rabbiniz "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun eğer küfrederseniz, hiç şüphesiz Benim azabım pek şiddetlidir." buyurmuştur." (14-İbrahim 6.7)

Bu apaçık sözlerle kavmini uyarıp-korkutmak isteyen Musa Aleyhisselam, hiçbir İsrailoğlunun inkar edemeyeceği bu görünür nimetleri hatırlatarak “Allah'ın üzerinizdeki bu nimetlerine rağmen, siz şimdi putlara mı yöneleceksiniz?” diyor ve onları Bir olan Allah’a kulluğa ve binlerce kez şükre davet ediyordu.

Fakat bir gariplik,
bir tuhaflık içindeydi bu İsrailoğulları!. Sanki onlar Allah’ın yardımına ve nimetlerine muhtaç değiller de, Allah onların şükrüne muhtaçmış gibi kibirli ve suskun bir havaya girmişlerdi!. Gönülleri daraltan bu suskunluğa daha fazla dayanamayan Musa Aleyhisselam, iman ve öfke dolu bir sesle "Eğer siz ve yeryüzündekilerin tümü küfredecek olsanız bile, şüphesiz Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmüştür." (14-İbrahim 8) dedi. Söylediği bu son sözlerle Allah’ın kullara değil, kulların Allah’a muhtaç olduğunu açık bir şekilde dile getiriyordu.

Musa Aleyhisselam’ın öfkelendiğini hisseden İsrailoğulları, bu sözler üzerine hiçbir itirazda bulunmadılar. Çünkü Alemlerin Rabbi olan Allah’ı yeterince dikkate almasalar da, kızdığı zaman çok hiddetlenen Musa Aleyhisselam’ı dikkate alıyorlar ve onun elinde tuttuğu o esrarengiz asadan oldukça çekiniyorlardı!. İçinde yılanları, ejderhaları barındıran ve denizleri ikiye ayıran bu asa, İsrailoğullarına göre çok sıradışı bir asaydı!. Musa Aleyhisselam’dan görülebilir bir İlah isteyen bu şaşkın ve sapıklara bir fırsat verilse, belki de bu asayı yüksek bir yere dikecekler ve birçok mucizesine şahit oldukları bu asaya tapınmak isteyeceklerdi!.

Çünkü onlar,
doğruyu yalanlayan ve yanlışlayan,
yalanı yaldızlayan ve alkışlayan şaşkınlardı...."

Mehmed ALAGAŞ Beklenen Müslümanlara - Yaratılış ve İnsanlık Tarihi

------------------

Sizi bilmem ama maalesef ben, o günün İsrailoğullarını anlatan bu satırlarda, bugünün azılı kafirlerini, apaçık müşriklerini, dalalet içindeki fasıklarını hatta hıyanet içindeki münafıklarını değil, kendisini İSLAM'a nispet eden şaşkınları görüyorum... Yanılıyor ya da abartıyor muyum?

Bu arada aşağıdaki yorumlarda Cengiz BAYKUŞ kardeşimiz Samiri'nin buzağısının nasıl böğürdüğünü daha iyi anlamak adına araştırma yaparken karşılaştığı bir videoyu paylaşmış, önceki yorumumu yaptığımda video olmadığı için bir şey diyememiştim ama şimdi es geçmeyeyim;  "NASIL BÖĞÜR-ME-DİĞİNE" örnek olarak videonun paylaşılması isabet olmuş.  :) 


Kemal Sallabaş
15-03-2023 00:02
#5593
Selamünaleyküm

Öncelikle Mehmed hocamıza Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun ve cennetinde kavuştursun bizleri inşallah...
Samiri kıssasına ait ayetleri yıllarca okumama rağmen hiç bakmadığım bir bakış açısıyla karşılaştırmıştı beni Mehmed hocamızın aktardıkları. Zeyd ve Talha ve diğer abilerimin bahsettiği ÇAĞDAŞ SAMİRİLER ifadesi benim için meseleyi anlama noktasında güzel bir başlangıç olacaktır. Günümüz şeytan ve dostları aynı metodu kullanmakta çünkü.
Bugün böğüren buzağı şeklinde olmasa da kılık değiştirerek başka şekil veya şekillere büründüğünü görebilmenin ve gördükten sonra Musa as. gibi hiç şaşırmamazın tek yolunun bu ayetleri anlamaktan geçtiğini düşünüyorum...
Sınıftayım inşallah


Bekir Ziya
14-03-2023 13:00
#5592
Selamün Aleyküm

Çağdaş Samirilerden (ya da Deccal'den) korunmak için bu kıssayı iyi kavramak gerektiğinde şüphe yok. Şeytanın en çok kullandığı yöntemlerden biri hakkın üzerini batılla örtüp biraz da süsleyerek sunum yapmaktır. Musa Aleyhisselama Rabb'inin yanan bir ağaçtan seslendiğini bilen İsrailoğullarına, Samiri, neden bir buzağının içinden de olmasın(!) demiştir adeta! Bu çağrışım İsrailoğullarının buzağının önünde bel bükmelerini kolaylaştırmıştır. Fakat bir sorun vardı, bu buzağı böğürüyor ama anlamlı bir söz söyleyemiyordu. ''Onlar onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini .........görmüyorlar mıydı?'' Ta-ha 89. Ortada bir imtihan vardı, soru da cevap da son derece kolaydı ama İsrailoğulları çok zaman yaptıkları gibi sapıklığı tercih etmişti. Yani onlar Alim, Hakim, Habir, Semi, Basir, Rakib olan bir Rabb yerine konuşmayan, konuşsa da ne dediği belli olmayan bir İlahı tercih ediyorlardı. Bugün de insanların çoğu bir yaratıcıya inandıkları halde O yaratıcının kendilerini kullukla sorumlu kıldığını inkar ederek bir nevi Samiriyi ve İsrailoğullarını takip etmektedirler.


Köksal Şahin
14-03-2023 07:04
#5591
Nasip

Selamünaleyküm,

Sınıftaki kardeşlerimin, Mehmed abimiz ve tüm müminler için yaptıkları dualarına; amin. "Bana dua edin size icabet edeyim." (40-Mü'min 60) buyuran Kerim Rabbimiz'in bu samimi dualarımıza da icabet etmesini umuyor ve bunu Kendisinden diliyoruz..

Samiri meselesi, Kur'an-ı Kerim'in en gizemli ve yüzyıllar boyunca anlaşılmaya çalışılan fakat bugüne kadar 'anlaşılması gerektiği gibi' anlaşılamayan kıssalarından biridir. Bu kıssanın, ilgili ayetlerden kaynaklanan tüm sorulara, ayetlere dayalı olarak çelişkisiz cevaplar verecek şekilde açıklanması, Lâtif Rabbimiz'in bir lütfu olarak Mehmed Alagaş hocamıza nasip edilmiştir. İnşallah bu değerlendirme çalışması nihayete ulaştığında, bu sayfayı okumakta olan tüm kardeşlerimiz Samiri kıssasındaki büyük ayetleri/uyarıları görecek ve ne demek istediğimizi çok daha iyi anlayacaklardır.

Samiri kıssasının açıklığa kavuşturulduğu 'Beklenen Müslümanlara Yaratılış ve İnsanlık Tarihi' kitabının ilk baskısı 12 yıl önce, 2011 yılında yapılmış yani bu açıklamalar aslında 12 yıldan bu yana kamuoyuna açık şekilde ortada duruyor. Lâkin çok kardeşimiz muhtemelen bu açıklamaları ilk kez okuyor olacak (ben de birkaç yıl önce okumuştum ilk kez). Demek ki literatürde çığır açan, Kuran eğitimi ve araştırmaları yapılan kurumlarda, toplantılarda ders olarak okutulması gereken böylesi çalışmalara müslüman ahalinin, İslami camianın! ve kamuoyunun gösterdiği ilgi bu kadarmış.. Bunu anlamak için mesela mahallemizdeki cami imamlarına sorabiliriz; bakalım kaç hoca efendi bu açıklamalardan haberdar, kaç hoca efendi 'hava oluklarından giren rüzgârın çıkardığı ses, ... vb' açıklamalar anlatıyor, kaç hoca efendi cemaatini çağdaş Samiriler konusunda uyarıyor..!

Bu değerlendirme çalışmasının sonunda; "Samiri meselesinin anlaşılması neden geçmiş müminlere değil de biz ahir-zaman müminlerine nasip oldu?" sorusunun cevabı ile birlikte, "Neden 12 yıldan beri ortada olduğu halde bu çalışma hak ettiği ilgiyi görmedi?" sorusuna da bir cevap aramak gerekecek sanırım.

Bu kıymetli çalışmanın gündeme getirilmesinde, hazırlanmasında ve yayınlanmasında emeği geçen tüm kardeşlerime, değerli yorumlarıyla katkıda bulunan tüm sınıf arkadaşlarıma ve varlıklarından mutlu olduğumuz sınıfın sessiz sakinlerine teşekkür ediyor, ben de sınıftaki yerimi alıyorum.

Selametle..


Saniye Kar
13-03-2023 15:55
#5590
Selamün Aleyküm

Sınıftayız inşaallah


Talha
13-03-2023 09:16
#5589
SELAMÜNALEYKÜM

"Beklenen Müslümanlara Yaratılış ve İnsanlık Tarihi" eserini yazmasını nasibeden Allah'a hamdolsun... İzinden gitmeye çalıştığımız Resullere, izlerinden gittiğine şahid olduğumuz hocamıza selam ve rahmet olsun... Bizlere de bu izi takip etmek ve merhametini haketmek nasibolsun...

Çağdaş Samiri'lerin değişik şekillerde böğürttüğü putlarının çeşitliliği karşısında duruşumuzun ve mücadelemizin nasıl olacağını bizlere gayet net ve anlaşılır şekilde aktaran bu pasajın önemini bize tekrar hatırlatanlara selam olsun...

Bir meseleyi sadece kavrayıp hikmetine vardığını zannederek, meselenin yaşanış ve mücadele boyutunu önemsememekten Allah bizleri muhafaza etsin...

Üzerimize düşeni yapmak için gayret göstermeyi nasibetsin Rabbimiz...

Takipteyim inşaallah...


Rüstem Topal
12-03-2023 23:54
#5588
Selam ve Dua İle

İfrat ve tefritten uzak, ikaz edici yazılarıyla bizlere istikamet çizen yiğit insan, güzel müslüman Mehmet ALAGAŞ hocamızı rahmetle yadediyorum. Sınıftayım dostlar, parmak kaldırmasam da söz almasam da sınıfta nasipleniyorum hamdosun. Emeği geçen kardeşlere dua ediyorum. Selamlar.


Şener Demir
12-03-2023 21:17
#5587
Selamun Aleyküm

Rabbani, rasihun, aklı selim, muvahhid, Kur'an talebesi müslüman kardeşlerin site yöneticileri; 'Alimin ölümü alemin ölümü gibidir' gerçeğinin bir örneği olan mütevazi hikmetli Mehmet Alagaş kardeşimizin Allah'a açık olan paylaşım sitesine İnşaallah ben de dahil olmak isterim.

Her ne kadar tanışmayı çok istememe rağmen saygı değer Mehmet Alagaş ile hayatta iken görüşemedi isek de şehidler gibi alimlerin de bildiğimiz anlamda ölü olmadıklarına inanıyoruz, onun açtığı yolda yürümek de ebedi bir beraberliktir.


Zeyd Can
12-03-2023 19:33
#5586
Selamaleykum

Geçen her zaman diliminde yokluğunu daha da fazla hissettiğimiz, gündemimize taşıdığı konuların daha da fazla anlam kazandığına şahit olduğumuz müstesna bir adamı, ALAGAŞ hocamızı özlemle ve Rahmet duasıyla anıyoruz. Rabbim bizlere cennetinde buluşmayı nasip etsin..

Merhum'un Samiri meselesi üzerinde durması ve biz kardeşlerini bu meselenin anlaşılması adına, gündemde tutulması gereken meselelerden olduğunu söylemesi, çağdaş Samiri'ler karşısındaki imanlı duruşumuzu muhafaza edebilmek için gerçekten de çok kıymetlidir.

Bu sebeple Mübarek Ramazan ayı yaklaşırken konunun gündeme alınmasında emeği geçenlere teşekkür ediyor, yorumları ve değerlendirmeleriyle katkıda bulunacak olan kardeşlerimizi ise muhabbetle selamlıyorum.

Ben de sınıfta ve takipteyim inşaAllah..


Cengiz Baykuş
12-03-2023 17:41
#5585
Samirinin Buzağısı

Selamunaleyküm..
Öncelikle Mehmet Alagaş hocamıza Allah'tan rahmet diliyorum, mekanı cennet olsun..

Aslında konuyu okurken Samiri'nin buzağısının nasıl böğürdüğünü daha iyi anlamak adına tesadüfen önüme çıkan bi videoyu size göndermek istedim ama buradan video nasıl gönderilir bilemiyorum.. Bi çok çeşit hayvanın heykelleri ve aynı canlı gibi çıkardığı sesleri gösteren gerçek bi video, keşke bu yazının sonuna eklenebilse diye düşünmüştüm.. Allah'a emanet olun.


insandergisi.com :

Aleykümselam Cengiz kardeşimiz,

Bahsettiğiniz videoyu bulduk ve yorumunuzun sonuna ekledik.

Selametle..


Mustafa Aksel
12-03-2023 13:03
#5584
Selamun Aleyküm

Öncelikle Rahman ve Rahim olan Rabbimizden Mehmet hocama ve vefat eden tüm mümin kardeşlerimize rahmet, imtihanları devam eden tüm mümin kardeşlerimize hayırlı bir ömür hayırlı bir ölüm niyaz ediyorum.

İlk bölümden kendimce anladıklarım İsrailoğulları rasyonalist ve materyalist, gördüklerine inanan gözlerini ve akıllarını inançlarına önceleyen bir kavim. Günümüz toplumuyla en benzeşen özelliklerinden biri de imanlarını akıllarına onaylatma çabasıdır. Tabi ki bizce de iman ve akıl belli ölçüde paralel gitmelidir ancak öyle kırılma anları vardır ki iman böyle zamanlarda ortaya çıkar, bu da duyularla değil duygularla anlaşılacak bir şeydir. Günümüz toplumunda iman etmenin "akıl ve bilim" denkleminde olması gerektiği düşüncesi yaygın olduğundan olsa gerek , "buzağıyı rüzgar ile böğürtmek zorunda kalıyorlar!?" Oysa her şeye kadir olan ve güç yetiren Allah, imtihan gereği o buzağıyı AKLA ilk gelecek olan sebeplere bağlı olmaksızın da böğürtür. Kuran'da bize buyurulan öyle hadiseler görüyoruz ki bazen peygamberler bile şaşkınlıkla karşılıyor.

"Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu, "Ey Meryem bu sana nereden?" deyince (Meryem) "Bu Allah'tandır şüphesiz Allah dilediğine hesapsız rızık verendir” dedi." (Al-i İmran-37)

Meryem validemizin ibâdet ve tefekkür için ailesinden ayrılıp mâbedin doğuya bakan bir odasına çekildiğini, insanlarla kendi arasına bir perde çektiğini ayetlerden biliyoruz (Bknz; Meryem Suresi 16-17). Zekeriyya a.s'ı şaşırtan da zaten buydu; "Hiçbir insanla görüşmediği halde ve bakımını ben üstlenmişken, ben getirmeden kim yiyecek getirdi?". Yukarıda buyurulan ayet şüphesiz akılla değil akleden bir kalp ile idrak edilecek bir ayettir. İman meselesi kalp ve ruh meselesidir (Allahulalem). Akıl ve bilimin ışığı açıklamada sönük kalır. Mucize istemek ve birşeylere illa ki göz ile şahit olmak müşrik adetidir, oysa her kelimesi her bir harfi mucize olan Kuran ile karşı karşıya kalmışlardı.

Bence imanı en güzel açıklayan ayetlerden biriyle sözlerimi bitirmek ister ve Rabbimden zihin ve basiret açıklığı isterim.
Selam ve dua ile takipteyiz.

"Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman mümin erkek ve mümin bir kadın için kendi işlerinde seçim hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüştür” (Ahzab Suresi 36)


Mustafa Kayhan
12-03-2023 11:27
#5583
Selamun Aleyküm (Kurân, Hz. Musa ve Ben-i israil)

Kurân, ben-i israil hakkında en doğru bilgileri vermiştir. Hz. Musa bağlamında onların tarihsel tutumlarından kronolojik olarak İsra suresinde bahsetmiştir. Diğer anlatımlar ise belli dönemlerdeki azgınlıkları veya hataları bağlamındadır. En son anlatım, Hz. Zekeriya, Hz. Meryem, Hz. İsa ve Hz. Yahya bağlamında Kurân'da yapılmıştır. Hz. Nebi döneminde de yine tarihsel bir kesitlerinden söz edilmiştir. Bizler, Hz. Musa'yı da bu konudaki Kurân anlatımlarını da anlamaktan bir hayli uzaktayız. İnşallah bu vesileyle ve rahmeti rahmana eren Mehmet Alagaş abimizin daha önceki değerlendirmelerinin sağladığı yönelişle hakikatini görmeyi ve olayları daha iyi anlamayı Rabbimizden dileriz.

Acaba dilini açık bırakan köpek ve buzağı fragmanlarıyla toplumun psikolojik ya da sosyolojik durumlarıyla bir alaka mı kurulmaktadır?

Samiri'nin taş ustası veya döküm ustası olmasıyla buzağının yapılması arasında nasıl bir ilişki kurulmaktadır?

Bu Samiri, acaba iman eden sihirbazlardan da biri midir?

Bunları birlikte değerlendirelim kısmında anlamaya çalışacağız, inşallah sınıftakilerle birlikte. Ben sınıftayım dua ederim, dualarınız makbul olsun da derim.




Güvenlik Kodu (*)
İşlemin sonucunu aşağıya yazınız : 45 çarpı 2 = ?


(*) Zorunlu

LÜTFEN DİKKAT:
IP numaranız kaydedilmektedir. Yorumlarınız sebebiyle ilgili kişi ve kurumların yasal işlemler başlatabileceğini unutmayınız. Aşağıdaki sebeplerle yorumlarınız onaylanmayacaktır.
  • Küfür, hakaret, tehdit, rencide edici ifadeler
  • İnançlara saldırı
  • Büyük harflerle yazılmış cümleler