Eski Masaüstü Görünüm

Hayır Bildiğimizde Şer Var Mıdır?


Selamunaleykum Hocam!

Bakara suresinin 216. ayetini öne sürerek Allah'ın şer olarak bize bildirdiği amellerden hayır ummak mümkün müdür? Başta tasavvufu bayraklaştıran cemaatler olmak üzere bu ayetle "Musa (as) ve Salih kul" kıssasını birleştirerek Allah dostlarının yapıp ettikleri işlerde bir hikmet olabileceğini, bize şer gibi görünse de esasen içinde hayrı barındırabileceğini öne sürüyorlar.

Bu konudaki görüşlerinizi bizlerle paylaşır mısınız?

Abdullah

1- Hayır Görülende Şer, Şer Görülende Hayır Olacağı Anlayışı, Doğru Bir Anlayış Mıdır?

Kur'an-ı Kerim'de bu hususla ilgili ayet-i kerimede, hayır görülende şer, şer görülende hayır olabileceği değil, hoşumuza gitmeyen bir şeyde hayır, sevdiğimiz bir şey de ise şer olabileceği buyurulmaktadır;

Hoşunuza gitmediği halde savaş üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki (nefsinize göre) hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırdır ve olur ki sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (2-Bakara 216)

Bu ayet-i kerime, ne yazık ki birçok grup tarafından istismar edilen bir ayet-i kerimedir. "Şer görülende hayır, hayır görülende şer olabileceği" şeklinde ifadelendirilen bu anlayış öyle noktalara vardırılmıştır ki, şer üzere gördüğü­nüz bir insanı, bir grubu eleştirmeniz, hakka ve hayıra da­vet edebilmeniz mümkün değildir. Gördüğünüz ve eleştirdi­ğiniz vakıanın şer olduğunu izah etseniz bile, o insanları şerderi uzaklaştırıp hayra davet edemezsiniz. Çünkü bu kimseler görülen vakıanın şer olduğunu kabui etmekle be­raber "Şer görülende hayır, hayır görülende şer olabileceği" anlayışıyla, apaçık olan şerde hayır aramaya ve bu hayrı(!) beklemeye devam edeceklerdir.

Oysa yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerime, böylesi an­layışlara kapı aralayan bir ayet-i kerime değildir. Çünkü bu ayet-i kerimede Allah'ın değil, bizlerin hoşuna gitmeyen bir şeyde hayır veya yine bizlerin hoşuna giden bir şeyde şer olabileceği beyan edilmektedir.

"Şer görülende hayır, hayır görülende şer olabilece­ği" anlayışını İlahi vahye nisbet etmek, İlahi vahyin şer bildirdiğinde hayır, hayır bildirdiğinde şer olabileceğini zan­netmek, bu çelişkiyi veya yanılgıyı Allah'a nisbet etmektir!. Halbuki şanı yüce Rabbimizin hayır olarak beyan et­tiği her şey hayrın ta kendisi, şer olarak beyan ettiği her şey de şerrin ta kendisidir.

Rabbimizin hayır bildirdiğinde şer, şer bildirdiğinde hayır olabileceğini düşünmek, müslümanın inancında bulunmaması gereken bir düşünce şeklidir. Mesela aşağıdaki ayet-i kerimelerde, şanı yüce Rabbimiz bazı hayırların ne olduğunu şöyle beyan etmektedir;

Allah'a ve Resulüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır. (61-Saf 11)

Eğer mü'minseniz, Allah'ın (helalinden) bıraktığı (kazanç, az da olsa) sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin üzerinize bir bekçi (gözetip-koruyucu) değilim. (11-Hûd 86)

Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) sadaka olarak bağışlamanız ise eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır. (2-Bakara 280)

Şimdi bu ayet-i kerimelerle beyan edilen hayırlarda, şer arayabilir miyiz? "Bunlar hayır olarak bildirilmiştir ama, bu hayırlarda şer olabilir.." diyebilir miyiz?

Tabi ki hayır!..

Çünkü biraz önce söylediğimiz gibi, şanı yüce Rabbi­mizin hayır olarak beyan ettiği her şey hayrın ta kendisi, şer olarak beyan ettiği her şey de şerrin ta kendisidir.

"Olur ki (nefsinize göre) hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırdır ve olur ki sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir" beyanındaki hoş görülen veya hoş görülmeyen şeyler, naklin yani İlahi vahyin değil, bizlerde bulunan nef­sin ve akılın hoş görüp, görmediği şeylerdir. Dolayısıyle ayet-i kerimede beyan edilen hakikati, ayet-i kerimeye sa­dık kalarak şu şekilde anlamamız gerekir;

"Nakli olarak değil, akli ve nefsi olarak değerlendirip hoş gördüğümüz şeylerde şer, hoşumuza gitmeyen şeylerde ise hayır olabilir."

Meseleyi bu şekilde anlamamız gerektiği halde, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen ve Musa (a.s.) ile salih bir ku­lun yol arkadaşlığını içeren kıssa tevil edilerek, bu mesele şeriatın da fevkinde değerlendirilmekte ve şeriat ile hakika­tin, zahir ile batının bazı durumlarda çelişebileceği ve bati­ni ilimlere göre doğru olan bir davranışın, zahiri ilimlere yani şeriata göre yanlış görülebileceği ileri sürülmektedir.

Özellikle birçok tasavvuf çevresinde yaygınlaşan bu anlayışa, diğer soruda açıklık getireceğiz.

2- Musa (a.s.) İle Hızır (a.s.) Kıssasını Nasıl Anlamamız Gerekir?

Önceki soruda ele aldığımız "..Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdi­ğiniz şey de sizin için bir serdir.." ayet-i kerimesinin dosdoğru bir yorumu ve açıklaması olan bu kıssa, ne yazık ki aynı ayet-i kerimede beyan edilen bu hakikatin çarpıtıl­masında kullanılmakta ve bu çarpık anlayışa delil olarak ileri sürülmektedir!.

Tefsirlerde yeterince açıklanmayan ve bunun da öte­sinde yalan yanlış bazı rivayetlere yer verilerek daha da çarpıtılan bu kıssa, Kur'an-ı Kerim'de mealen şöyle zikre­dilmektedir;

Hani Musa genç-yardımcısına demişti: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar (devamlı gideceğim ve sahilden) hiç ayrılmayacağım, ya da (yakın zamanda ulaşamazsam bu yolda) uzun yıllar yürüyeceğim." (18-Kehf 60)

Böylece ikisi, ikinin (iki denizin) birleştiği yere ulaşınca balıklarını unuttular. (Balık da) denizde 'bir tünel veya bir menfez bulup' kendi yolunu tutup-gitti. (18-Kehf 61)

(İki denizin birleştiği yeri) geçtiklerinde, (Musa) genç-yardımcısına "Kuşluk yemeğimizi getir, yaptığımız bu yolculuktan andolsun ki epey yorulduk" dedi. (18-Kehf 62)

(Genç-yardımcısı) dedi ki "(Başıma geleni) gördün mü? Kayaya sığındığımız vakit ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı, o da şaşılacak bir şekilde (bir yolla) denizde kendi yolunu tutup-gitti." (18-Kehf 63)

(Musa) dedi ki "İşte bizim de aradığımız buydu." Böylelikle ikisi (sahildeki) izleri üzerinde geriye döndüler. (18-Kehf 64)

Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. (18-Kehf 65)

Musa ona dedi ki "Sana öğretilen ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" (18-Kehf 66)

Dedi ki "Sen, benimle beraber olmaya kesinlikle güç yetirip-sabredemezsin." (18-Kehf 67)

Hubren (önce ve sonra ilmiyle) kuşatıp-kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin? (18-Kehf 68)

(Musa) "İnşaallah beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Senin hiçbir emrine-işine karşı gelmeyeceğim" dedi. (18-Kehf 69)

Dedi ki "Eğer bana uyacaksan, ben sana (içyüzünü) açıklamadıkça hiçbir şey hakkında bana soru sorma." (18-Kehf 70)

Böylece yola koyuldular. Nihayet bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) dedi ki "İçindekileri batırıp-boğmak için mi onu deldin? Andolsun ki sen büyük (çok vahim) bir iş yaptın." (18-Kehf 71)

(Salih kul) dedi ki "Benimle beraberliğe kesinlikle güç yetirip-sabredemezsin demedim mi?" (18-Kehf 72)

(Musa) "Beni (bir an için) unuttuğumdan dolayı 'sorgulayıp-suçlama' ve bu işimden dolayı bana güçlük çıkarma" dedi. (18-Kehf 73)

Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında, (salih kul) hemen onu tutup-öldürüverdi. (Musa) dedi ki "Bir cana karşılık (kısas) olmaksızın, masum bir canı mı öldürdün? Andolsun ki sen kötü bir iş yaptın." (18-Kehf 74)

(Salih kul) dedi ki "Ben sana benimle beraberliğe kesinlikle güç yetirip-sabredemezsin demedim mi?" (18-Kehf 75)

(Musa) "Bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana mazur (yeterli mazerete ulaşmış) olursun" dedi. (18-Kehf 76)

Böylece ikisi (yine) yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip onlardan yemek istediler fakat (kasabada herkes) onları (ücretsiz) konuklamakdan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, (salih kul) hemen onu doğrultuverdi. (Musa) dedi ki "Eğer isteseydin, buna karşılık bir ücret alabilirdin." (18-Kehf 77)

(Salih kul) dedi ki "İşte bu (soru), benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin tevilini-içyüzünü haber vereceğim." (18-Kehf 78)

Gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) onların arkasında her (sağlam) gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. (18-Kehf 79)

Erkek çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkara sürüklemesinden korktuk. (18-Kehf 80)

Rablerinin onlara, temizlikçe daha hayırlı ve daha şefkatli-merhametli birini vermesini diledik. (18-Kehf 81)

Duvar ise şehirde iki yetim oğlana ait idi, altında (ise) onlara ait bir mal-hazine vardı, babaları da salih biriydi. Rabbin diledi ki onlar erginlik çağına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak kendi mallarını-hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu kendiliğimden (kendi görüşüm) olarak yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin tevili-içyüzü budur. (18-Kehf 82)

Musa (a. s.) ile salih kulun kıssasını anlatan ayet-i keri­meler bu kadardır. Bu konuyla ilgili rivayetler ise oldukça fazladır. Tabi ki bu rivayetleri de nakledip, hangilerinin doğru, hangilerinin Kurana ve İslam'a ters olduklannı tar­tışarak, meseleyi bulandıracak değiliz. Çünkü İslam'ı yaşa­yabilmemiz için bizlere gerekli olan her şeyi yeterince açıklayan Kur'an-ı Kerim, söz konusu kıssayı yukanda zik­rettiğimiz ayet-i kerimeler çerçevesinde vermiştir. Dolayısıyla bu kıssadan faydalanabilmemiz için, bu kıssayı sadece ayet-i kerimeler çerçevesinde değerlendirmemiz bizler için yeterli olabilecektir.

Yok efendim, Musa (a.s.)'ın yol arkadaşı kimdir, kıssada zikredilen yerler nereleridir, karşılaşılan salih kulun ismi Hızır mıdır, Hazır mıdır, bu salih kul, insan mıdır, cin midir, melek midir, bu salih kulun mertebesi, peygamber-mertebesinin üstünde midir, altında mıdır... gibi sorular, kıssayla ilgili olarak mutlaka cevaplanması gereken sorular değildir. Sa­lih kulun ismi ve cismi zikredilmemişse, bu bizler için ge­rekli olmadığı içindir. Çünkü kıssadan almamız dilenen gerçekleri alabilmemiz için bunların bilinmesine de gerek olsaydı, hiç şüpheniz olmasın ki kıssada bunlar da zikredilirdi. Oysa kıssada zikredilmeyen bu gibi soruların cevapla­rı, kıssadaki gerçekleri anlayabilmemiz için gerekli olma­yan teferruatla ilgili hususlardır.

Bizlere gerekli olan kadarı, zaten ayet-i kerimelerde bildirildiği kadarıdır.

Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu kıssanın, asr-ı saadet dönemindeki Müslümanlar tarafından nasıl algılandığına baktığımız zaman, bu kıssanın herhangi bir fitneye veya şıklığa neden olmadığını görüyoruz Asr-ı saadet dönemi Müslümanları, bu kıssadan almaları gerekeni almışlar alabildikleri kadarı ile yetinmişlerdir. Efendimiz (s.a.v.)'e bu kıssaya ait yüzlerce soru sorulmamış, zahiri ilimler, Batıni ilimler tasnifi yapılmamış ve zahiri ilimler küçümsenerek batini ilimlerin peşine düşülmemiştir.

Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu kıssadan almamı gereken ilim ve hikmet, elbetteki çok geniştir. Ancak ve hikmetleri elde etmek için kırk batıl anahtarla, kırk batıni kapıyı zorlamamıza tabi ki gerek yoktur. Çünkü iman edenler, sabredenler, Rablerine tevekkül edip akledenler için apaçık bir beyan olan Kur'an-ı Kerim, bu kıssadaki ilim ve hikmeti müminlere gizli tutmamıştır. Dolayısıyla bu kıssadaki ilim ve hikmeti anlayabilmemiz için, ilim ve hikmet kapısını zorlamamıza veya şeriatten bihaber sufi çilingir çağırmamıza hiç gerek yoktur.

Çünkü müminler için açıktır, apaçıktır kapı!.

Kıssadan almamız gereken ilim ve hikmet, olanca heybetliyle meydandadır. Ancak zahirdeki koskoca dağı göremeyen bazı kimseler, dağın yamaçlarını dolaşarak batıni tepecikler aramaktadırlar. Oysa gözlerini kaparak batini tepecikler aradıkları yamaçlar, koskoca bir dağın yamaçlarıdır.

Apaçık bir beyan olan Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu kıssadaki ilime, "Olmadan önce olacakları bilmek ve ona göre tedbir almak ilmidir" diyen ve bu ilmi Batır ilmi, Gayb ilmi, Ledünni ilim olarak isimlendiren büyük tır çoğunluk vardır. Bu çoğunluğu icma zannederek bunlara ka¬tılmamız ve Ledünni denilen böylesi ilimlerin(!) peşine düşmemiz tabi ki söz konusu değildir. Çünkü "Olmadan önce olanakları bilmek ve ona göre tedbir almak" ifadesiyle tanımlanan böyle bir gayb ilmi, şanı yüce Rabbimizin en sevgili peygamberine dahi vermediği bir ilimdir.

De ki "Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiçbir şeye) malik değilim. Eğer gaybı (görülmeyeni) bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttırmak isterdim ve bana bir kötülük de dokunmazdı. Ben ancak iman eden bir topluluk için uyarıcı ve müjdeleyiciyim." (7-A"râf 188)

Dikkat ederseniz bu ifadeler, şanı yüce Rabbimizin, alemlere rahmet olarak gönderdiği Efendimiz (s.a.v.)'e "De ki" buyruğuyla ikrar ettirdiği ifadelerdir. Resulullah (s.a.v.) Kur'an-ı Kerim ifadesiyle hepimize "Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttıracaktım ve bana bir kötülük de dokunmazdı." buyuruyor. Gaybe duydukları merakla gaybi ilimlerin peşine düşenlere, Efendimiz (s.a.v.) diğer bir deyişle şöyle buyurmaktadır;

"Büyük bir merakla peşine düştüğünüz gayb ilmini, ben bile bilmiyorum!."

Meseleyi bu şekilde dile getirişimiz, bazı kimselerin hiç hoşuna gitmeyecektir. Ancak onların değil, Rabbimizin hoşnutluğunu gözettiğimiz için ilahi vahiy istikametinde konuşmaya devam edeceğiz.

Bu kimseler "Efendim, gaybı elbetteki Allah bilir. Ancak Allah dilediği kullarına bazı gaybi haberler verebilir." derlerse, Kur'an-ı Kerim'e mutabık olan bu ifadeleri tabiki, kabul ederiz. Mü'minleri bağlayıcı olan ve bütün müminlerin iman etmesi gereken bu gibi gaybi haberler, hiç kuşkusuz ki şanı yüce Rabbimizin seçtiği peygamberlerine ilettiği haberlerdir. Peygamber vasıtasıyla kendilerine iletilen bu gibi gaybi haberlere şahit olan bütün müminlerin "Peygambere iman edin" hükmü gereğince, peygamberin getirdiği bu haberlere de iman etmeleri gerekir.

Gaybi haberlerin peygamberler dışındaki kimselere bildirilip-bildirilmemesi ise, konuşmamıza bile gerek olmayan bir husustur. Mesela peygamber olmayan bir insan, "Bana bazı gaybi haberler verildi veya veriliyor!." derse, bu şaşkın kimse gayb değil, fitne ve fesat habercisidir. Çünkü bu habere bir takım zavallılar inanırken, peygamber olmayan kimselere karşı imani bir mükellefiyetleri olmadığını ve bunlara iman etmemeleri gerektiğini bilen müminler ise imanlarının bir gereği olarak karşı çıkacaklardır. Dolayısıyla bu haber Müslümanların tevhidine değil, yeterince akledemeyen kimselerin tefrikasına neden olacaktır.

Oysa İslam, İslam'a talip olan tüm insanların amelde ve inançta birliğini gözeten bir tevhid dinidir. Tevhid dininin sahibi olan Allah ise, peygamber olmayan bu gibi şaşkınlara bazı gaybi haberler vererek, İslam'a talip olan İnsanların tefrikaya düşmesini dilemez.

Aynı meselede dikkate almamız gereken diğer önemli bir husus, Allah'ın dilediği bir kuluna bazı gaybi haberler vermesi demek, o kulun gayba veya gayb ilmine vakıf olması demek değildir. Çünkü herhangi bir konuyla ilgili kısmi haberler, o konuyla ilgili ilim yerine geçmez. İlimde bütünlük ve yeterlilik vardır. Her ilim, kendi sahasındaki bütünlüğe ve yeterliliğe sahiptir. Dolayısıyla peygamberlere dahi gayb ilmi değil, sadece bazı gaybi haberler verilmiştir. Gaybi ve gayb ilmini ise ancak ve ancak Rabbimiz bilmektedir. Böyle bir ilim ne peygamberlere ve ne de Musa (a.s.) ile ilgili kıssada zikredilen salih kula verilmiştir.

Batıni veya Ledünni denilen bu gibi gaybi ilimleri(!), bu ilimlerle uğraşmaya müstahak kişilere tevdi ettikten sonra, apaçık hakikatlere talip müminler olarak Musa (a.s.) ile salih kulun kıssasından ne anladığımıza geçebiliriz.

Bu kıssayla ilgili olarak Resulullah (s.a.v.)'den rivayet edilen hadislerdeki ortak noktalardan da anlaşılacağı üzere, Musa (a.s.)'ın iki denizin birleştiği yerdeki buluşma yerine yönelmesi, Rabbimizin buyruğu iledir. Alemlerin Rabbi olan Allah'a, kulları arasında kendisinden daha alim bir kimsenin olup olmadığını soran ve "Var" cevabını aldıktan sonra onunla nerede ve nasıl buluşacağını öğrenen Musa (a.s.), Rabbimizin verdiği bu kesin bilgilerle buluşma yerine yönelmiş ve gerekirse uzun yıllar yürüyeceğini söyleyerek, bu buluşmadaki kararlılığını belirtmiştir.

"Hani Musa genç-yardımcısına demişti: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, ya da uzun zamanlar yürüyeceğim."
Musa (a.s.)'ın buluşmak istediği bu kul, ayet-i kerimelerde şöyle tanımlanıyor.

"Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik."
Ayet-i kerimede zikredilen rahmetin mahiyetini ve ne olduğunu bilmemekle beraber, bu rahmetin bütün kullara verilen genel rahmetten ziyade, sadece o kula özel bir rahmet olduğunu anlayabiliriz. Bu kulun ismiyle ilgili olarak Efendimiz (s.a.v.) Hızır olduğunu söylemişse, isminin Hızır olduğundan en ufak bir kuşku duymayacağımız bu salih kula öğretilen ilmin ise, Rabbimiz tarafından öğretilen bir ilim olduğu beyan edilmektedir. Nitekim Musa (a.s.)'ın kendisinden daha alim olan bu salih kul ile buluşmak istemesi, bu salih kula Rabbimiz tarafından öğretilen ilim ve hikmete talip olduğu içindir. Ayet-i kerimede de zikredildiği gibi, bu salih kul ile karşılaştıktan sonra, bu isteğini açıkça ifade etmektedir.

"Musa ona dedi ki "Sana öğretilen ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"
Musa (a.s.) ile buluşması tesadüfi olmayan, Allah'ın kendisine öğrettiği ilim ve hikmeti Musa (a.s.)'a öğretmekle görevlendirilen bu salih kul, Musa (a.s.)'a öncelikle bu ilim ve hikmeti öğrenmekteki zorluğu belirtiyor.

"Dedi ki "Sen, benimle beraber olmaya kesinlikle güç yetirip-sabredemezsin. Hubren (önce ve sonra ilmiyle) kuşatıp-kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?"
Oldukça uzun yollardan gelen ve bu ilimi öğrenmeye kararlı olan Musa (a.s.) ise Allah'ın izniyle sabredeceğini ve bu ilimi kendisine öğretecek olan o salih kula hiç karşı çıkmayacağını ifade ediyor.

"(Musa) "İnşaallah beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Senin hiçbir emrine-işine karşı gelmeyeceğim" dedi."
Salih kulun buna mukabil verdiği son cevap, söz konusu ilim ve hikmeti öğrenmedeki başlıca prensipleri içeriyor.

"Dedi ki "Eğer bana uyacaksan, ben sana (içyüzünü) açıklamadıkça hiçbir şey hakkında bana soru sorma."
Bu konuşmadan sonra birlikte yola koyuluyorlar ve kıssada zikredilen üç ayrı olayı yaşadıktan sonra birbirlerinden ayrılıyorlar. Kıssanın devamı olan bu bölümünü, konuya başlarken zikrettiğimiz meallerden tekrar okuyabilirsiniz.

Önce şu hususa açıklık getirelim, kıssada zikredilen üç olay, şeriatla çelişen veya İslami anlayışımızla şaşkınlıkla karşılamamız gereken garip olaylar mıdır?
Şahsım adına ifade etmem gerekirse, kıssada zikredilen bu üç olay beni hiç şaşırtmıyor.

Hem neden şaşırayım ki?
Çünkü bu kıssayı okuduktan ve bu kıssayı anladıktan sonra, kıssada zikredilen olayların fevkindeki olaylarla karşılaştım. Mesela sizlere çok sevdiğim gerçek bir dostumdan ve bu dostumun bazı yaptıklarından söz edeyim.

Çok zengin olan bu dostum, müslümanları sevmesine ve çok zengin olmasına rağmen, birçok müslümanın elinden malını mülkünü almış ve bunun da ötesinde birçok İslam düşmanını mal, mülk sahibi yapmıştı!. Kendimi bildim bileli beni birçok facialardan kurtaran bu merhametli dostum, babamın söylediğine göre ben doğmadan önce iki yaşındaki abimi öldürmüş ve hiç tutuklanmamıştı!. Çok merhametli, gerçekten çok merhametli olan bu dostum, Halepçe faciasında Saddam Hüseyin'in yakınında bulunmasına, Saddam'ı bu vahşetten engelleyecek ve gerekirse Saddam'ı Öldürecek bir güce sahip olmasına rağmen, ne bu faciayı önlemiş ve ne de Saddam'ı öldürmüştü!.

Biliyorum merak ettiniz bu dostumu ve bu merakla ismini öğrenmek istiyorsunuz. Bu sevgili dostumun ismini söylememde, dostum açısından bir sakınca olsaydı, bu ismi tabi ki açıklamazdım. Ancak böyle bir durum söz konusu değil. Bu sevgili dostumun adı, bütün müminlerin dostu olan Allah (c.c.)'dır. Sakın ola ki,
"Senin yaşadığın ve senin anlattığın bu olayların, kıssadaki olaylarla ne ilgisi var?" demeyin!.

Ne demek ne ilgisi var?
Kıssada zikredilen olaylarla, benim anlattığım olaylar, aynı Rabbin dilemesiyle gerçekleşen olaylar değil midir?
Meseleye miyop bakanlar "Senin yaşadığın olaylardaki fail Allah, kıssadaki fail ise bir kuldur" diyeceklerdir. İşte burada durun!.
Zaten hep burada duruyor ve hep bu kula takılıyorsunuz ya!.

Şimdi meseleyi sakin bir şekilde tahlil edelim. Musa (a.s.)'ın öğrenmek istediği bir ilim ve hikmet vardı. Şanı yüce Rabbimiz bu ilim ve hikmeti sadece Musa (a.s.)'ın öğrenmesini dileseydi, Musa (a.s.) bu olayları yaşar ve bu olaylar bizlere hiç bildirilmezdi. Fakat Rahman olan Rabbimiz bu olayları bir kıssa halinde bizlere bildirmiş ve söz konusu ilim ve hikmetten bizlerin de nasiplenmesini dilemiştir. Dolayısıyla bu kıssayı sadece Musa (a.s.)'ın şahsına göre değil, kendimize göre de değerlendirmemiz gerekir.

Çünkü Musa (a.s.)'ın talip olduğu ilim ve hikmet, bu kıssayı okuyan mü'minlerin de talip olması gereken ilim ve hikmettir.
Bu ilim ve hikmete, Musa (a.s.) gibi bizler de talip olduktan sonra, talip olduğumuz bu ilim ve hikmeti önce doğru bir şekilde tanımlayalım.

Musa (a.s.) ve bizler, nasıl bir ilime ve hikmete talip olduk?
Ayet-i kerimelerde bildirildiği gibi, Musa (a.s.)'ın talip olduğu ilim ve hikmet, o salih kula Allah tarafından öğretilen ilim ve hikmettir. Peki, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiği kadarıyla, bu ilim ve hikmetin ne olduğu ve nasıl elde edileceği açıklık kazanmış mıdır? Kıssadaki ilime "Olmadan önce olacakları bilmek ve ona göre tedbir almak ilmidir" diyenlere, zikredilen ayet-i kerimelerde bu ilimle ve bu ilimin elde edilişiyle ilgili olarak ne öğrendiklerini sormak isteriz!. Tabi ki cevapsız kalan ve cevapsız kalacak bir sorudur bu. Çünkü bu kıssada ne Musa (a.s.)'a ve ne de bizlere böyle bir ilim(!) verilmemektedir. Kıssada bizlere verilen ilim ve hikmetle ilgili olarak, Çinlilere nisbet edilen bir kıssayı anlatmak istiyorum. Zengin bir Çinli balıkçı, hergün kapısına gelen fakire bir balık veriyormuş. Bu durumu gören bilge bir kişi, zengin balıkçıya hitaben şöyle demiş;

"Bu fakire hergün bir balık vereceğine, balık tutmasını öğret!."

Evet, şanı yüce Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de zikrettiği bu kıssada, bizlere ilim ve hikmet okyanusundan hem üç balık verilmekte ve hem de diğer balıkların nasıl tutulacağı anlatılmaktadır. İlahi İlimler nasıl öğrenilir? şeklinde bir soru sorsam, bu soruya verilecek malum cevap "Kur'an-ı Kerim" olacaktır. Elbetteki doğru bir cevaptır bu. İlahi ilimlerden nasiplenmenin en açık yolu, İlahi vahyi yani Allah (c.c.)'ı dinlemektir. Peki başka, bundan başka bir usulü, bundan başka bir mümkünü yok mudur?

Vardır, elbetteki vardır. Nitekim zikredilen kıssada bizlere bu usul, bu yöntem gösterilmektedir. Rahman ve Rahim olan Rabbimizin bizlere lütfettiği ilimleri öğrenmenin bir yolu Rabbimizi dinlemek, diğer bir yolu ise Rabbimizin yaptıklarını gözlemektir. Çünkü şanı yüce Rabbimizin her kelamı ilim ve hikmet üzere olduğu gibi, yaptığı ve yaptırdığı her iş de ilim ve hikmet üzeredir. Rabbimizin kendisine rahmet ettiği salih kulun sahip olduğu ilim ve hikmet, bu salih kulun okuyarak değil, Rabbimizin işlerini gözleyerek elde ettiği ilim ve hikmettir. Çünkü bu ilim ve hikmeti kendisinin tahsil etme yöntemi ne ise, bu ilim ve hikmete talip olan Musa (a.s.)'a teklif ettiği yöntem de aynıdır. Nitekim Musa (a.s.) ile oturup okumayı veya konuşmayı tercih etmemiş, söz konusu ilim ve hikmetin, Rabbimizin dilemesiyle gerçekleşen olaylarda olduğuna işaret etmiştir. Rabbimizin dilemesiyle gerçekleşen bu olaylar karşısında nasıl bir tavır takınması gerektiğini ise şöyle ifade etmiştir;

"Dedi ki: "Eğer bana uyacaksan, ben sana (içyüzünü) açıklamadıkça hiçbir şey hakkında bana soru sorma."
Çünkü, bu ilmi ve hikmeti öğrenmenin yöntemi buydu!.
Rabbimizin dilemesiyle gerçekleşen olayları gözlemek, bu olaylar ne kadar şaşırtıcı olursa olsun, bu olaylarda mutlaka ve mutlaka hayırlarla dolu bir ilim ve hikmet olduğuna inanmak, bu ilim ve hikmete vakıf oluncaya, bu ilim ve hikmet kendisine açılınca veya açıklanıncaya kadar sabretmek, birer kuşku, birer merak ve acelecilik ifadesi olan sorulardan kaçınmak.

Aynı yol, aynı yöntem, bütün müminler için de geçerlidir. Allah'tan gelen her şeye sabır ve tahammül göstermek, bu şeylerin içyüzüne vakıf olmasa ve hoşuna gitmese bile bunlarda mutlaka ve mutlaka hayır olduğuna inanmak ve bu inançla olayları ve olayların hikmetli sonucunu gözlemek. Bu kıssadaki ilime "Olmadan önce olacakları bilmek ve ona göre tedbir almak ilmidir" diyen ve kıssada zikredilen salih kula bu ilmi nisbet eden kimseler, bu salih kulu bilerek veya bilmeyerek Allah'a eş koşan kimselerdir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi olmadan önce olacakları bilmek, sadece ve sadece Allah'a mahsus bir ilimdir. Peygamberlere dahi kapalı olan bu İlahi ilmin kapısını zorlamak ile, peygamber mertebelerini aşarak ilahlaşmaya çalışmak arasında önemli bir fark yoktur.

Bu kıssadaki ilim ve hikmet ilim ve hikmet sahibi Rabbimizin işlerini gözleyerek elde edebileceğimiz bir ilim ve hikmettir.
Ayrıca bu kıssa, şeriata aykırı gözüken bazı fiillerin caiz olabileceğine delil de değildir. Çünkü kıssada yer alan fiiller, söz konusu salih kulun kendisine Özgü ve kendi sorumluluğundaki fiiller değil, bu kula Allah tarafından yaptırılan fiillerdir. Dolayısıyla kendisini selam ve sevgiyle andığım Azrail (a.s.)'ın bir kulun canını almasına nasıl bakıyor isek, salih kulun kıssada zikredilen oğlan çocuğunu öldürmesine de aynı şekilde bakmamız gerekir. Her iki fiil de, Allah'ın izni ve dilemesiyle gerçekleşen fiillerdir. Allah ise şeriatın sahibidir ve yaptıklarından veya yaptırdıklarından hiçbir kimseye hesap verecek değildir.

Diyeceksiniz ki herhangi bir kimse bir insanı öldürür ve "Ben bu işi Allah'ın gizli emri gereği yaptım" derse durum ne olacak?
Durumun ne olacağı açıktır. "Ben bu işi Allah'ın gizli emri gereği yaptım" diyen o şaşkını, Allah'ın açık emri gereği öldüreceğiz. Çünkü kendisine bu emir verilen Azrail (a.s.) olsa dahi, bizlere bir insan suretinde gözükür ve bir kardeşimizi öldürürse, Azrail (a.s.) insan suretinde gözüktüğü sürece Allah'ın emri gereği onu yakalamaya ve cezalandırmaya çalışmakla mükellefiz. Nitekim bir peygamber olan Musa (a.s.)'ın çocuğun öldürülmesi hadisesine önce karşı çıkmasının nedeni, bu katletme olayını salih kuldan bildiği içindir. Sonra özür dileyip, susmasının nedeni ise, kendisini bu 'salih kula Allah'ın gönderdiğini ve bu işlerin Allah'ın dilemesiyle olduğunu hatırlamasıdır.

Meseleyi kısa ve özlü bir sonuca bağlayabilmemiz için, kıssadaki salih kulu doğru tanımlamamız gerekmektedir. Bu Salih kulu ön plana çıkardığımız ve söz konusu fiilleri bu kula nisbet ettiğimiz sürece, bu kıssadan alacağımız hiçbir ilim ve hikmet yoktur. Nitekim benim yaşadığım ve az önce zikrettiğim olaylara karşı çıkarak "Senin yaşadığın olaylardaki fail Allah, kıssadaki fail ise bir kuldur" diyenler, kendi koydukları engeli, kendileri aşamayan kimselerdir. Oysa bu istifhamlarıyla ilgili olarak dikkate almaları gereken önemli bir husus vardır. Kıssada zikredilen salih kul söz konusu ilim ve hikmeti Allah'tan öğrenirken, Musa (a.s.)'ın aynı ilim ve hikmeti öğrenmek için yöneldiği kişi bir kuldur. İşte bu fark, kıssadaki ilim ve hikmete vakıf olabilmemiz için mutlaka ve mutlaka dikkate almamız gereken bir farktır. Musa (a.s.)'ın ve bizlerin bu ilim ve hikmeti öğrenebilmek için yöneldiğimiz ilk merci Allah (c.c.) olsaydı, tabi ki bütün bu fiiller, Allah (c.c.)'ın birer fiili olarak karşımıza çıkacaktı. Ancak şanı yüce Rabbimiz Zatına ait işleri daha açık ve müşahhas olarak görebilmemiz için, Musa (a.s.)'ı ve bizleri öncelikle bu salih kuluna yöneltmiş ve Zatına ait bazı fiilleri bu kuluna işletmiştir.

Nitekim, kıssada zikredilen bu fiiller, kıssanın sonuna kadar salih kulun işlediği fiiller gibi gözükmesine rağmen, kıssanın sonunda tümüyle Allah'a nisbet edilen fiiller olmaktadır.

"Ben bunu kendiliğimden (kendi görüşüm) olarak yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin tevili-içyüzü budur."
Salih olan kul bu ifade ile Musa (a.s.)'a şöyle demektedir;
Bir ilim ve hikmet üzere olan bütün bu işler, asıl itibariyle benim değil, Allah'ın işleridir. Allah (c.c.) bu işlerini sana, daha açık görmen için benim vesilemle göstermiştir. Ben bu üç olayda da bir amir değil, bir memur idim. Dolayısıyla bu işleri benden bilirsen, benden ve yaşadığın bu olaylardan öğreneceğin hiçbir şey yoktur. Ancak, Allah'ın takdir ve dilemesiyle gerçekleşen bu işleri Allah'tan bilir ve sabrederek sonucunu gözlersen, her işinde ilim ve hikmet sahibi olan Rabbimizin, her işinden ilim ve hikmet öğrenebilirsin. Çünkü talip olduğun ilim ve hikmet, sadece bu kısa yolculuğumuz esnasında gördüğün üç olayda değil,
Allah'ın bütün işlerinde bulabileceğin ilim ve hikmettir.

Kur'an-ı Kerim'de zikredilen kıssayla ilgili olarak bu kısmi açıklamayı, şimdilik yeterli görüyoruz.
Hamdımız ve şükrümüz, her işinde ilim ve hikmet olan Allah'adır...

Alıntı : "Tartışılan Sorular"

30 Ekim 2013
Mehmed ALAGAŞ



Yorum Yap


Yorumlar yeniden eskiye doğru sıralanmıştır.
Sıralamayı çevirmek için tıklayınız.

Abdullah
26-11-2013 02:57
#65
TEŞEKKÜR

Ömrünü "uyarmakla" geçirenlerin uyarıları dikkate alması ne güzel bir eylem...

"Bunu" ifadesiyle son eylem kastedilse de, şer'i hukukun dışında kalmasına rağmen rahmet içeren ilk iki eylemin de sıradışı özelliği ile takdir ve dileme düzleminde aynı ifadenin kapsamına dahil olduğunu düşünüyorum." demişsiniz.

Açıkçası ben de böyle düşünmeme rağmen, tek bir harfinin bile alelade kullanılmadığına ve her harfinin hikmetle seçildiğine iman ettiğim bir kitapta eğer istenseydi "BUNLARI" denilirdi gerçeğini de gözardı edemiyorum...

Dediğiniz gibi ALLAHUALEM...
Cevaplarınız için teşekkür ediyorum.
Allah yardımcınız olsun sitemiz hayra vesile olsun inşaallah
Mehmed Alagaş
20-11-2013 20:01
#21
Ve aleykümselam Abdullah kardeşim
Al-i İmran 84'e dayanan doğru ikazını dikkate alarak söz konusu ifadeyi "böyle bir gayb ilmi, şanı yüce Rabbimizin en sevgili peygamberlerine dahi vermediği bir ilimdir." şeklinde düzeltmek isterim.
Salih kul gemiyi delme fiilini kendisine, çocuğu öldürmeyi Biz dediği bir çokluğa, duvarın düzeltilmesini ise Allah'a nisbet etmektedir. "Ben bunu kendiliğimden (kendi görüşüm) olarak yapmadım" cümlesindeki "Bunu" ifadesiyle son eylem kastedilse de, şer'i hukukun dışında kalmasına rağmen rahmet içeren ilk iki eylemin de sıradışı özelliği ile takdir ve dileme düzleminde aynı ifadenin kapsamına dahil olduğunu düşünüyorum. Allahualem derken uyarın ve ince tesbitin için tekrar teşekkür ediyorum.
Abdullah
30-10-2013 04:33
#10
Selam aleykum

Öncelikle Allah razı olsun diyor ve bu kitaptan çokça istifade ettiğimi bildirmek istiyorum...

Sonra da, o zamanlar kafama takılmamış olsa da şimdi okuduğumda kafama takılan sorulardan en bariz olan iki tanesini sormak istiyorum;

1-"böyle bir gayb ilmi, şanı yüce Rabbimizin en sevgili peygamberine dahi vermediği bir ilimdir." demişsiniz, "EN SEVGİLİ" peygamberinin hangisi olduğunu varsa Kur'an'dan deliliyle öğrenmek istiyorum.

2- Salih kul ""Ben bunu kendiliğimden (kendi görüşüm) olarak yapmadım." derken üç olayın tamamını mı? yoksa son olayı mı kastediyor? Yani orada "bunları" yerine "bunu" demesinin bir hikmeti var mı? yoksa sadece meal hatası ya da bilmediğim bir dilbilgisi kuralı mı?


Güvenlik Kodu (*)
İşlemin sonucunu aşağıya yazınız : 14 çarpı 2 = ?


(*) Zorunlu

LÜTFEN DİKKAT:
IP numaranız kaydedilmektedir. Yorumlarınız sebebiyle ilgili kişi ve kurumların yasal işlemler başlatabileceğini unutmayınız. Aşağıdaki sebeplerle yorumlarınız onaylanmayacaktır.
  • Küfür, hakaret, tehdit, rencide edici ifadeler
  • İnançlara saldırı
  • Büyük harflerle yazılmış cümleler