Selamunaleyküm hocam,
Bazı kardeşlerimizi Kur'an'a uygun olmadığını düşündüğümüz tercihlerinden dolayı uyardığımızda, günümüz şartlarını öne sürerek bizleri "realiteyi dikkate almamak" ile suçluyor ve gerçekçi olmaya davet ediyorlar.
Kur'an'ın hükümlerine olan davetimizi dolaylı olarak gerçekçi bulmayan bu insanların "gerçek" algısı mı bozuk, yoksa bizlerin "Kur'an" algısı mı?
Selami ÖZCAN
Sayın Selami ÖZCAN!
Kısa Sorular bölümü aracılığıyla iletmiş olduğunuz bu sorunun kısmi bir cevabı "Tartışılan Sorular" kitabında yer almaktadır. Sormuş olduğunuz bu mühim soruyu sizin vesilenizle gündeme taşıyor, kardeşlerimizin de yorumlarıyla doğru cevaba daha da yaklaşacağımızı düşünerek, söz konusu kitabın "Hak ve Realite Aynı Şeyler Midir?" bölümünü istifadenize sunuyoruz:
"Gerçekten sorulması gereken önemli bir sorudur bu. Çünkü günümüz müslümanları arasındaki birçok ihtilaflar, sonuçsuz kalan birçok tartışmalar, bu meselenin açıklık kazanmamasından kaynaklanmaktadır. Müslümanlardan bir kısmı karşılaştıkları meseleleri hakka göre değerlendiriken, diğer büyük bir kısmı ise realiteye göre değerlendirmektedirler. Bu iki ayrı değerlendirmenin farklı sonuçlara varması ise tabi ki şaşırtıcı değildir. Çünkü hak ve realite aynı şeyler değildir.
Hak,
ister yaşansın, ister yaşanmasın, ister somut olsun, ister soyut olsun, haktır. Somut veya soyut olması, yaşanılan realitede, yaşanılan gerçeklikte yer alıp almaması, hak olma vasfına gölge düşürmez. Fransızca kökenli realite kelimesinin sözlük anlamı ise gerçektir. Kendilerini realist olarak tanımlayan kimseler, gerçekçi olduklarını ileri süren kimselerdir. Tabi ki realite kelimesinin türkçe karşılığı olan gerçek, gerçeğin İslami manadaki karşılığını içermez. İslami manada gerçek demek, işin aslı, doğrusu veya hakikatı demektir. Dolayısıyle İslami manadaki gerçek ile İslami manadaki hak, birbiriyle çelişmeyen ifadelerdir.
Ancak kendilerini realist olarak tanımlayan kimselerin gerçeğe yükledikleri mana, İslami içerikli bir mana değildir. Realiteye gerçekçilik dense dahi, realitenin günümüz pratiğindeki tanımı daha ziyade somutçuluktur. Somutlaşan herşey, yaşanan her vakıa birer realite olarak tanımlanmaktadır. Nitekim batılı ülkelerin İslam realitesini kabul etmeleri, İslam'ın hak olan gerçekliğini değil, bir vakıa olarak varlığını kabul etmeleridir.
Realitenin günümüzdeki bu tanımını dikkate aldıktan sonra, hak ile realitenin aynı şeyler olmadığını açıkça görürüz. Yaşadığımız toplumda sık sık karşılaştığımız birçok batıl veya hurafe, yaşanan realitede yer almasına rağmen hak değildir. Dolayısıyle böylesi cahili toplumlarda, hak ve realite gayet tabi olarak birçok noktalarda birbiriyle çelişebilir. İşte hak ve realitenin çeliştiği bu gibi noktalarda meseleyi realiteye göre değerlendirmek demek, hakkı gözardı etmek veya haktan uzaklaşmak demektir. Nitekim akli değerlendirmeler ile nakli değerlendirmelerin çeliştiği noktalar, bu gibi noktalardır. İman ettiğimiz hak ile yaşanan realite aynı şey olsaydı, hiç kuşkusuz ki bu gibi hususlardaki akli değerlendirmeler ile nakli değerlendirmeler birbiriyle çelişmezdi.
Ancak durum böyle değildir.
İslam'ın kabul etmediği, İslam'ın hak olarak tanımlamadığı birçok batıl görüş, birçok yol ve yöntem birer vakıa olarak yaşanan realitede yerini almıştır. Nakli gerçekleri ön plana çıkarmayan akli değerlendirmeler, hiç kuşkusuz ki böylesi realitelere göre yapılan değerlendirmeler olacaktır. Çünkü akli değerlendirmeler, görece olan şeylere yani realiteye tutunan ve realiteye göre yapılan değerlendirmelerdir.
İnsan aklı,
soyuttan ziyade somutu dikkate alan ve somuttan etkilenen bir keyfiyete sahiptir. Dolayısıyle cahili toplumlarda yaşayan ve nakli gerçeklere karşı yeterli bir imani bilinci bulunmayan müslümanlar, karşılaştıkları birçok sorunu yaşanan realiteye göre değerlendirecekler ve aynı realite içinde akli çözümler üreteceklerdir. Nitekim cahili kanunlar istikametindeki politik çalışmalarla kurtuluşa varılabileceği düşüncesi, cahili kanunları yaşanan birer realite olarak kabul eden ve çözümü bu realitenin içinde arayan akli bir düşüncedir. Bu akli düşünceyi savunan ve gerçekten samimi olan kimseler, aynı meseleyi nakli yani İlahi gerçeklere göre değerlendiren ve kendileri gibi samimi olan kimseler ile hiç kuşkusuz ki bu meselede anlaşamayacaklar ve ihtilafa düşeceklerdir.
Genel olarak samimiyetsizlikten değil,
meseleyi değerlendirme yöntemindeki farklılıktan kaynaklanan bu gibi ihtilafların, yine de birer düşmanlık vesilesi durumuna getirilmemesi gerekir. Bu gibi ihtilaflarda daha olgun davranması gereken kimseler, meseleyi nakle göre değerlendiren ve nakli olgunluğa erişen kimseler olacaktır. Çünkü yaşanan realitenin batıla göre şekil aldığı cahili toplumlarda, karşılaşılan sorunları somut olan realiteye göre değil, soyut olan İlahi gerçeklere göre değerlendirmek, her babayiğidin harcı değildir.
Özellikle böylesi coğrafyalarda her kişinin ve hemen gerçekleştiremeyeceği bu yaklaşımı, her kişiden ve hemen bekleyemeyiz. Dolayısıyle bu gibi ihtilaflarda fazla ısrarcı ve tartışmacı olmamamız, gereken nasihatı, gerektiği kadar yapmakla yetinmemiz gerekmektedir. Çünkü bazı gerçekler, ya soyut olan nasihatlerle, ya da somut olan musibetlerle kavranabilecektir. Karşılaştıkları sorunları akli olarak çözümledikten sonra nakle yönelen kimseler, akli çözümlerine nakli bastonlar arayan kimselerdir. Oysa karşılaştığımız sorunları önce nakli sonra akli olarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Öncelikle nakle yönelen ve nakli dikkate alan akli değerlendirmeler, tabi ki en sağlıklı değerlendirmeler olacaktır.
İnsan aklıyla ilgili olarak "İnsan aklı, soyuttan ziyade somutu dikkate alan ve somuttan etkilenen bir keyfiyete sahiptir" demiştik. Soyut olan bazı İlahi gerçeklerin aklı etkileyebilmesi ve pratiğe yansıyabilmesi, hiç kuşkusuz ki bu soyut gerçeklerin somutlaşmasına bağlıdır. Soyut olan İlahi gerçekleri, aklın tutunabileceği bir somutluğa ulaştıracak yegane şey ise, imandır."
2 Aralık 2014
insandergisi.com
Gülsüm Alagaş 30-09-2015 14:01 #1152 | Selamunaleyküm Bu güzel yorumlar bana "Yaratılış ve İnsanlık Tarihi" kitabındaki konuyla ilgili şu güzel örneği hatırlattı., |
Abdullah.. 29-09-2015 10:09 #1151 | Aleykum Selam Mehmed Abi Asıl sizin "Hikmet/Tatbik" ilintisiyle ilgili kısa ve öz ilaveniz; bazı olayların nedeni, akıbet ve hikmetinden ne denli uzak olduğumu fark ettirdi. Allah(c.c.) razı olsun. Ayetleri tefekkür eden, hüküm Hak ve Hikmet konularıyla zihnini, gönlünü ve ruhunu yoranlar "Hüküm Hak, akıbet Hayır" derken; buna ihtiyaç duymayanlar zaten her fırsatta "Her şeyde bir Hayır vardır!" demiyorlar mı? |
Mehmed Alagaş 28-09-2015 14:09 #1150 | Selamunaleyküm Abdullah kardeşim Meseleyi ne güzel anlamış ve anlamanın ötesinde ne güzel geliştirmişsin. Allah ecrini versin. “Hakkın idraki iman, tatbiki hikmet iledir” sözü çok veciz bir söz olmuş. Tabi ki bu söz hakka iman eden ve hakkın hikmetini önceden bilen iman ve hikmet ehli için geçerlidir. Hakka iman etmesine rağmen hikmetini kavrayamayanlar için senin bu güzel sözünü “Hakkın idraki iman, hikmeti tatbik iledir” şeklinde ifade edebiliriz. Nitekim hakka iman eden fakat hikmetini anlayamayan her müslüman, iman ettikleri hakkı tatbik ettikleri zaman hikmetiyle karşılaşacaklardır. Zaten bu nedenle her fırsatta “Hüküm hak, akibet hayır” demiyor muyuz? Dua ile… |
Abdullah.. 28-09-2015 13:05 #1148 | Konuya katkı babında, Hak, değişmez ölçüyü temsil eder. Realite ise ölçüyü bulunduğu dönem şartlardan alır ve değişkendir. Aslında Hak, bütün dönemlerdeki bütün şart ve durumlara akli ayarı çeken ölçüdür. Ancak Haktan (yani ölçüden) uzaklaşan insan realiteye (mevcut şartlara) yaklaşacak, doğru/yanlış gerçek/yalan var/yok değerleri birbirine karışacaktır. Görmediğine inanmayacak, dokunmadığına yok diyecek, aklının mantığının almadığı olaylara şüpheyle bakacaktır. Dolayısıyle Hak'tan uzaklaşıp batıla meyledecek, batıl yorumlamalarla Hak'kı anlamaya, anlatmaya ve yaşamaya çalışacaktır. Koşullar değiştikçe ölçüsü de değişecek, bir zamanlar yapmadıklarını yapacak, yaptıklarını yapmayacaklardır. Böylece aklını kullanacak, 'Realiteyi dikkate alan' olacaktır. Hak'ın idraki iman, tatbiki hikmet iledir. Mesela Hak'tan gelen bir mucize insan aklı, realite ölçülerini tarumar eder ve acziyetini insana gösterir. Çünkü realite denilen tüm ölçüler tarumar olmuştur. Matematik, hesap kitap, tabiat kanunları vs. tümüyle alt üst olmuş; aklın idrak noktaları adeta felç edilmiştir. Tabiri caiz ise aklın reel sigortaları atmış, şalterler inmiştir. İşte burada kurtarıcı devre olarak iman devreye girer. Gönlü ferahlattığı gibi aklı da rahatlatır. İnsana "her" örnekten veren Yüce Rabb, "her" örneği verdiği Kur'an'da Hakkı, yani ölçüyü ortaya koymuş; yüzyıllar boyu Hak'tan yüz çevirip reel akıllarıyla hareket eden her toplumu bize anlatmıştır. Reel bir akıl bunları eskilerin masalları diye dinlerken, iman dairesindeki bir akıl bunları düşünür ve ibret alır. Ölçüsünü yitirmiş, ya da bu ölçüyle -yani Hak'la- hiç karşılaşmamış toplumlar hayatlarını düzenlerken kendi görebildikleri ile -yani realite ile- düşünecek ve davranacaklardır. Tercihlerini, umutlarını, hayatlarını ve hayallerini realitenin zayıf ipliğiyle bağlayacaklar, Hak'kın dünyadan ahirete attığı sağlam kemendi göremeyecekler, buna tutunarak kurtuluşa eremeyeceklerdir. O halde ne yapmalı? Hocamızın da dediği gibi, samimiyetsizlikten değil ama ölçüsüzlükten kaynaklanan reel yaklaşımlara öncelikle ölçülü yaklaşmalıdır. Sonra ise Hak'kın dayanağındaki sağlamlığı, ölçüsündeki şaşmazlığı ile realite ölçülerinin ürkek, titrek ve değişkenliği anlatılmalıdır. Realiteyi dikkate alarak ölçü koyan bu insanların, haksız ve hakkaniyetsiz suçlamalarına aldırmamalı ve hak bilinen yoldan şaşmamalıdır. Onların bizi realiteye davet ettiklerinden fazlasıyla biz onları Hakka davet etmeliyiz. Şunu hatırladım şimdi; acaba Musa peygamber onca mücadeleden sonra realiteyi dikkate alsaydı, salih kulu arar ve onun öğrettiklerini anlar mıydı? |